28 Şubat 2014 Cuma

"Sen Şarkılarını Söyle" ben dinlerim...


Llewyn Davis Amerikalı bir folk şarkıcısıdır.
Beraber çalıştığı ortağının intiharından sonra mücadelesinde yalnız kalmıştır.
Barlarda şarkı söyleyerek 3-5 kuruş kazanma peşindedir. Telif parasını alamadığı için üstüne bir mont bile alamaz.
Kalacak yeri yoktur genellikle eski sevgilisinin evinde sığıntı gibi geceyi geçirir. Etrafındakiler tarafından ezik olarak görülse de sanatı ve yaşam tarzı söz konusu olunca burnundan kıl aldırmayacak kadar onurlu olur.
Coen kardeşlerin ders alınması gereken tarzı; Llewyn Davis'in içinde sıkıştığı kısır döngüyü filme yansıtmadaki başarılarıdır. Filmin başının sona doğru biraz eklentiyle tekrarlanması, görüntülerin duyguyu aktarması gibi.
Artık folk şarkıları para etmiyordur. Buna rağmen Davis çıktığı yoldan geri dönmez.
Lisanslı denizci olmasına rağmen bir süre denize açılmamakta direnir. Vazgeçtiğindeyse lisansını ablasının o "çöpe at" dediği için yokettiğini öğrenir ve deliye döner.
Eski sevgilisi Jean hamiledir (ondan olduğu net olmasa da) ve çocuğu aldırmak için onu para bulmaya zorlar.
Doktora gittiğinde ise onu süpriz beklemektedir. Zaten bir önceki sevgilisinin kürtajı gerçekleşmediği için kredisi vardır. Yani 2 yaşında bir çocuğu vardır. Onu gidip bulacak gücü bile yoktur. Ablasına dediği gibi "Hayatta kalmak için çalışmak" ona göre değildir.
Chicago'ya yola çıkar. Amacı ünlü menejere şarkılarını dinletmektir. Menejerin "bunlar eskidi, seni iki kişinin yanında sahneye çıkarayım" lafını duyunca toparlanır ve geri döner.
Açılış sahnesindeki evin kedisi onun yüzünden dışarı kaçar. Kediyi yakalar ve Jane'in evine bırakır, kedi oradan da kaçında yolda bulduğu başka bir kediyi eve geri götürür. Filmin sonunda kedi kendi evine döner.
Llewyn danereye giderse gitsin evine geri döner. Bir sarmalın içinde döner durur....





25 Şubat 2014 Salı

"Koy Ver" Kampanyasına Halay Desteği


Üç tarafı denizlerle çevrili, jeopolitik konumu açısından önemli sevgili ülkem zor günler geçiriyor.
Kesinlikle ülkeye muska yapıldı ve sınır kapılarının üstüne sokuşturuldu.
Dış mihraklar bir yandan paralel devlet bir yandan, herkesler tam bağımsız iktidarın kuyusunu kazmak için mücadele veriyor. İktidar koltuğundakiler ise evlatlarıyla birlikte çaldıkları paraları koyacak yer bulamıyor.
İnsanların iki lafından biri "Allah Yukarıda" ve "Allah Büyüktür"dür.
İlk anda kimse kötülüğe başlamaz herkes "Çok İyidir!".
Para güç getirir, güç ise haz. Kontrolden çıkan güç ise gaz getirir ve sonunda kişiyi patlatır.
Bir insanın milyon dolarları olmasıyla karnını doyuracak kadar paraya sahip olması arasındaki fark nedir?
Allah inancından öte ahlakının olmamasıdır. Bir de gece rahat uyuyamaması...
Herkes bizi kıskanır, ülkemiz güzel, ülkemiz bereketli, akıllıyız, zekiyiz tek eksiğimiz şans.
Yıllardır iktidara gelen cehalet küpleri yüzünden bir millet sıkıntı çekiyor. Ve çekmeye de devam edecek.
Çünkü eğitimsiz bir sürü çocuk, genç var. Onlar büyüyecek ve üreyecek, kontrolsüzce...
Azınlıklar azalacak. İnsanlar koyunlaştırılacak. Sansür normalleşecek.
Bu sıkıntılara, acılara rağmen arada gülmek ve eğlenmek bizim de hakkımız.
Milli oyunumuz halay. 
Birlikte oynandığı için bütünlüğü temsil ediyor. O yüzden eline mendili alan halaybaşı olup diğerlerini tek tek topluyor. Sürü psikolojisi bir süre sonra oyuna çağırılmayan da gelip halaya katılıyor.
Büyüyen halay içe doğru sarmal oluyor. İçinden çıkılamıyor...
Azıcık müzik duysak kalkıp oynuyoruz. Stres atmak gerekir.
Daha yapacak çok şey var. 
"Koy Ver Gitsin" biraz oynayalım kendimize gelelim.


17 Şubat 2014 Pazartesi

Son Eserim Sebze Tüketimine Teşvik Amaçlıdır.




Aşk Dolu Reklamlar




İlk görüşte aşka tutulanların kırabileceği bir acil durum kutucuğu:))
Kırana da gülü alana da ne mutlu:)) 
  


Çiçek dalında güzeldir. Önemli olan hatırlanmaktır...



Aşk okunu kimin kime atacağı belli olmaz!

16 Şubat 2014 Pazar

House Of Cards 2. Sezon 1. Bölüm Fırtınası


2. sezon 14 Şubat'ta başladı. Şunlardan iki tanesi arkamda olsa sırtım yere gelmez.
Etkisinden kurtulunca izlenimlerimi yazacağım.)) 
İzlemeden okuyanlar bana kızmasın!

Francis ve karısı Claire akşam saatlerinde bir parkta koşarlar, kameraya yaklaştıklarında Claire Francis'e dokunur ve bir an durup dinlenirler. Sonra devam ederler. Eve geldiklerinde de her zaman pencere kenarında paylaştıkları sigarayı içmezler, su içerek sağlıklarını korumaya! karar vermişlerdir.
İşte 2. sezonu anlatan güzel bir açılış sahnesi. 1. sezon yorulan çift yolculuklarını yarıda bırakmayacaktır.
Zoe ise gazeteci arkadaşlarıyla kurduğu ekipte beyaz sarayın foyalarını -daha doğrusu Underwood'un- açığa çıkarmaya uğraşmaktadır. Zoe erkek arkadaşıyla olan ilişkisinde güvensizlik yaşar, çünkü Francis ile yaşadığı sorunlu durumları atlatamamıştır. Amacı gerçeği öğrenmektir, Peter Russo'yu kim öldürdü. Ekip adım adım gerçeğe doğru giderken Francis müthiş hamlesini yapacaktır.
Claire'in başı Gillian ile derttedir. Gillian projesini çalan Claire'e dava açar. Ancak meseleyi kökten çözmek isteyen Underwood klasik yönteme başvurur. Şantaj. Gillian evli bir adamın çocuğunu taşır ve alması gereken bir ilaç vardır. Öncelikle Claire kadın doğum uzmanından randevu alır ve biz onun hamile kalması için bir takım testler yaptıracağını düşünürüz. Ancak tek amacı Gillian'ın kullanması gereken ilacın önemini anlamaktır. Bununla da yetinmeyip çocuğun evli babasını bulur ve karısını Gillian'ın üstüne salar. Çaresiz bıraktığı kadın ne yapacağını bilemez.
Diğer şantajı Francis, orduda görev almış Jackie'ye görevini devretmek için yapar. Nitekim başarılı olur. Jackie masum sivilllerin üstüne bomba atılması emrini vermiştir. Francis bunu yüzüne çarptığında kadın "görev icabı" minvalinde yanıt verir ve ona sorar "Sen hiç kimseyi öldürdün mü?". Francis soğukkanlılıkla cevaplar "Hayır". Ve biliyoruz ki -şimdilik- 2 ölüsü vardır.
Francis ile Zoe parkta buluşurlar ve ikinci buluşmaları metro istasyonunda olur. Francis tüm telefon kayıtlarını ve mesajlaşmaları Zoe'ya sildirir ve gerçeği öğrenmek isteyen Zoe kötü bir son ile karşılaşır. "Bir cinayete ortak olup olmadığımı öğrenmek istiyorum" son sözü olur ve kılık değiştirmiş Underwood kızı trenin altına fırlatır.
Gazeteci arkadaşı Janine "Bu defa çok korkuyorum" der ve şehri terketmeye karar verir. 
Russo'nun birlikte olduğu fahişe Rachel garson olarak hayatına devam eder. İzini kaybettirmek için Doug onu başka bir yere götürür. İsyan eden Rachel geçmişinden kaçamaz ve sonunda çaresizce kabul eder.
Francis'in doğumgünüdür ve o hediyeleri-pastaları sevmez. Ancak şoförü Meechum ona üstünde adının ve soyadının baş harfleri olan gümüşten kol düğmeleri almıştır. Nedense bunu beğenir. Karısıyla bir pasta bile keser. 
Öldürülen gazetecilerin en son temsilcisi belki de Zoe Barnes'dir.
Francis'in ekrana bakarak attığı tiratlarını unutmuştuk. 2. sezonun ilk bölümünün sonunda "Sizi unutmadım" ile başlayan cümle "ya avlarsın ya da av olursun" uyarısıyla bitiyor. Vee benim gibi fanatik seyirci de ekran karşısında bitiyor.
"House of Cards" bu sezon bizi sağlam sarsacak gibi. İyi seyirler:))



15 Şubat 2014 Cumartesi

Kabak Kereviz Mutlu Bireyleriz:)) 14 Şubat

Amaç kafiyeli bir şeyler yakalamaksa başlıkta başarıya ulaştığımı görebiliyorum.
Bu güzel yağmurlu cumartesi gününü Üsküdar'da çalışarak geçirdiğimden içim rahat.
Ancak 3 saatlik çalışmamdan bir verim alamadığım içinse durumum berbat.
Sevgilimle Metro'ya gidip toptancı malzemeleri alınca mutlu oluyoruz.
Özellikle kasa portakalı kucakladığında gözlerindeki neşe beni çoook mesud etti.
Benim mutluluğum da 19 lt. suyu 4,50 Lira'ya almaktı.
Private label olayı işteee.

14 Şubat bize 14 Kubat olmadı. Ama göz göre göre de kutlamadık.
Düşünceli sevgilim beni Eataly'ye götürdü. Güzel bir yemek yedik.
Yeni bir yer keşfettiğimiz için sevindik.

Yarın kırmızı kabağı değerlendirme günü.
Yani insan 1.5 kg kırmızı kabak alınca akşama tatlısını yapmak için harekete geçiyor.
Üstüne şeker ekilen minik kırmızı kabak parçaları beklerken kalanlar dolapta soğuyor.
Mücver kırmızı kabakla yapılır, yemeyen ölürrr.
Yeni aldığımız doğrayıcı işe yarayacak.

Yeni hafta uğur getirecek:))

13 Şubat 2014 Perşembe

Orson Welles "Journey Into Fear" ile İstanbul'da... (1943)



Polisiye, gizem ve dram türündeki bu film 1943 yapımı. Yönetmeni ise Orson Welles ve Norman Foster. 
Kara filmin popüler olduğu yıllarda kabına sığmayan usta yönetmen/oyuncu Orson Welles, film setini İstanbul'a taşımış.))
"Korkuya Yolculuk"; iş için kısa bir süreliğine İstanbul'a gelen mühendis Howard'ın Naziler tarafından öldürülmek istenmesini konu alıyor. 
Howard, Kopeikin'in zoruyla gittiği bir bar/kabarede sihirbazın gösterisine katılır ve yer değiştirdiği sırada sihirbaz Banat tarafından öldürülür. Asıl hedef kendisidir ancak yanlışlıkla hayatta kalmıştır!
Türk polisi Hakkı, (Orson Welles) onu Karadeniz'den geçecek olan bir gemiyle Gürcistan'a gönderir. Howard için plan yapılmıştır karısıyla orada buluşacak sağ-salim ülkesine geri dönecektir. 
Gemide Josette (barda tanıştığı dansçı) ile karşılaşır ve aralarında kısa süreli samimiyet başlar. Howard, gemide can düşmanları olan Banat ve Müller'in olduğunu öğrenince ne yapacağını bilemez. Karadeniz'deki gemi yolculuğu, eli silah tutmayan bir Amerikalının korku yolculuğuna dönüşür.

Diğer:
Gizli ajan Hakkı hakkında söylenenler, Atatürk'ün askeri olduğu, cesur ve akıllılığı, 2 şişe vodka içip bana mısın demediği veee kadınlarla arasının iyi olduğu.
Kostümü, duruşu ve tarzı biraz Atatürk'ü andırıyor ve bu çok da hoş. Yıllar sonra böyle bir film izleyip Atatürk'ün bıraktığı izi görebilmek büyük mutluluk.
Hakkı'nın gemideki adamı Kuvvetli ise Amerikalı Howard ile konuşurken, Atatürk ile cephede savaşmaktan onur duyduğunu ve elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını söylüyor.
Orson Welles ve diğer oyuncuların birkaç cümle Türkçe konuşmaları sıcak bir davranış:))
Gemide çeşitli ülkelerden insanların olması Nuh'un gemisini hatırlattı.


La Grande Bellezza / Muhteşem Güzellik

Seyahat etmek yararlıdır, hayal gücünü geliştirir.
Geriye kalan her şey hüsran ve angaryadır.
Yolculuğumuz tümüyle hayalîdir. Gücünü buradan almaktadır.
Yaşamdan ölüme yol alır.
İnsanlar, hayvanlar, şehirler, olaylar birer hayal ürünüdür.
Bu bir romandır, yalnızca kurgusal bir hikâyedir.
Littré öyle söylüyor ve o hiç yanılmaz. Ayrıca o kadarını herkes yapabilir.
Siz sadece gözlerinizi kapayın. O, yaşamın diğer tarafındadır.

Louis-Ferdinand Céline
“Gecenin Sonuna Yolculuk”

Filmin başında müthiş bir doğumgünü partisi var. Herkes deli gibi eğleniyor... Özellikle kadınların ve erkeklerin koreografiyle karşılıklı dans etmesi izleyiciyi yerinden kaldırıp oynatmaya yönelik:) 
Neden biz Roma'da böyle bir partiye gitmiyoruz diye kendi kendimize uzun bir süre soruyoruz. Doğumgünü çocuğu ise; Jep. Gazeteci-yazar, Roma gece hayatının temel taşlarından biri... Jep ilk romanının üstünden uzun yıllar geçmesine rağmen ikincisini yazamamasının sıkıntısını çekiyor. Aslında romana nereden nasıl başlayacağını, ne yazacağını da bilmiyor. Çünkü seyahat etmesi gerekiyor. Cüce editörü ona "kitabını yazman için sakin bir yere gitmen gerekiyor" dediğinde onun inzivaya çekilip roman yazma ihtimalini düşünüyorsunuz. Roma'ya genç yaşta gelen ve gece hayatına kendini kaptıran bir adam oradan uzaklaşabilir mi? HAYIR. Ama belki yapması gereken yolculuğa orada da çıkabilir.
Jep doğumgünü hediyesi olarak temizlikçisinden bir hediye alır. Şans getirdiği söyleyen bu küçük totem için "çok çirkin nasıl şans getirsin" der. Aslında şanslı bir adamdır, gözlem yeteneği vardır ve çevresinde bulunan insanlar tam karakterdir! Bir kadına takıntılı tiyatro yazarı, uyanık oyuncak imalatçısı, saplantılı evlada sahip anne, başarılı cüce editör, fantezi düşkünü komşuları ve Fellini filmlerini hatırlatan yan oyuncuları. 
Bitmeyen güzel yemekler ve yeni insanlarla tanışılan ev partileri...
"Etrafımdaki insanlar bir bir ölüyor" diyen Jep doğru bir tespitte bulunuyor. Özellikle arkadaşının oğlunun tabutunu taşırken gözyaşlarına hakim olamıyor. Gece klübü işleten eski dostunu ziyarete giden Jep, adamın striptizci kızı ile tanışıyor. "Kızıma bir koca bul" önerisiyle kızı bir süre yanında gezdiriyor ta ki...
Yıllar önce aşk yaşayamadığı güzel kızın ölümü ile sarsılıyor. Jep yaşlarında bir adam onun kapısına gelip ağlıyor. "Karım sana aşıkmış günlüklerinde okudum". Ne yapacağını bilmeyen Jep neden o aşkı yaşayamadığını sorgulamaya başlıyor.
Ona misafirliğe gelen Aziz Maria'yı evinde ağırlıyor ve ondan duyduğu en önemli şey "fakirlik anlatılamaz yaşanır" cümlesi oluyor.
Jep'in kolezyumu gören muhteşem evi, içine istiflenmiş sayısız kitapları, evinin yakınındaki manastır, gizlice görmeye gittiği müze, koroları dinlediği tarihi mekanlar, izlediği performanslar ve şahit olduğu hayatlar...
Kıskanılacak yazar!
Paolo Sorrentino "Muhteşem Güzelliği" arayan bir yazarın çıktığı farklı yolculuğu bize anlatmış. İtalya'nın Oscar'a aday gösterilen filmi izlenmeye değer. Başroldeki Toni Sevillo ise büyük övgüyü hakediyor.
İyi seyirler.))


Özellikle yukarıdaki sahnede sanat experi bir adamın kızı ağlayarak kızgın bir şekilde boyalarla resim yapıyor. Amaç; eve gelen sosyete camiasını şaşırtmak. Arkadaşlarıyla oyun oynarken zorla gösteri yapması için dayak yiyiyor.  Ramona, Jep'e kızın bunu yapmak istemediğini söylüyor endişeli bir şekilde ancak Jep kızın bu işle çok iyi para kazandığını savunuyor.









10 Şubat 2014 Pazartesi

7 Şubat 2014 Cuma

Sakatat Reklamında +18 ve Şahin Kokusuz Sucuk.



Şahin Kokusuz Sucuk
Reklamda bir iş kadını sabah kalkıp sucuk yiyiyor ve iş arkadaşlarına rahatsızlık vermiyor. 
İstisnasız herkes sucuk yesin diye Şahin oturup düşünüyor.

SORU: İş kadınları neden sucuk yemiyor?
CEVAP: Koktuğu için.
ÖNERİ: O zaman kokusunu yok edelim.
DESTEK: Helal olsun iyi fikir.
YARATICI: Süper bir reklam canlandı kafamda...

Şahin'in sarımsak ve çemen kokusuz sucukları varmış o da inandırıcı gelmedi. Çemen denen şey kokusuyla vardır hele sarımsak... Kimse sarımsak kokmayan insana "Sen sarımsak mı yedin?" demez. Bu da ne demek: Sarımsak kokar. Bazı şeyler kokusuyla bütünleşmiştir. İnsan neden kokusuz sucuk yesin ki?
Gün boyu geğirdikçe ağzından gelen kokuyla, sabah yenilen sucuk asla unutulmasın diye.
Kokmayan sucuğa sucuk demem!

Bir sitede aşağıdaki sakatat reklamını gördüm. "Sofralarda Hacıdan Lezzeti" diye sloganı okuyunca alttaki ürünü direk sofrada düşündüm ve kalakaldım. Kimki Duk'un son filmi geldi aklıma... Komik işte:))



5 Şubat 2014 Çarşamba

Metroda karşılaşan bir yaşlıyla gencin yaşanmamış sohbeti...


DAIQING TANA - ONGMANIBAMAI müziği eşliğinde okunması önerilir.

Metro geldi, hemen kapılar açılınca içeri girdim. İlk sağdaki boş yere oturdum. Tam tren hareket edecekti diğer vagondan yavaş yavaş bir adam geldi. 80 yaşına yakındı, saçları bembeyaz elleri ve yüzü kırış kırıştı. Biraz yürüdü önümden geçti gitti. Bekledim başka biri yer versin diye. Kimse ayağa kalkmadı. Hafifçe omuzuna dokundum. Gülümseyerek teşekkür etti ve yerime oturdu. İçimden onunda sohbet etmeye başladım.

YAŞLI: Ne kadar gençsin.
GENÇ: Sandığınız kadar değil, yolun yarısına yaklaşıyorum.
Y: Belki oradan başlanır.
G: Anlamadım?
Y: Anlamayacak kadar gençsin.
G: Sıra kimde bilinmez...
Y: Güzel yaşıyor musun?
G: Elimden geldiğince...
Y: Yaşamak derken, yemek, içmek, sevişmek, gezmek, zengin olmak, iş sahibi olmaktan bahsetmiyorum.
G: Hayallerimi gerçekleştirip gerçekleştirmediğimden mi bahsediyorsunuz?
Y: İçinde o kıpırdayan mutluluk var mı?
G: Bilemiyorum... Ama hayallerim daha gerçek olmadı.
Y: Adı üstünde, bırak hayal kalsın... Düşündükçe mutlu ol.
G: Mutluluk nerede?
Y: Herkesin kendine ait mutluluğu içinde.
G: Herkes mutlu değil.
Y: Çünkü kimse bilmiyor.
G: Mutlu olmayı mı?
Y: Onu bulmayı... Sen olmak istedim bir an...
G: Elimde değil, gençliğimi veremem.
Y: İşte değişemeyecek bir şeyin var, gençliğin.
G: Benden öncesi var sizin için, benim içinse sizden sonrası.
Y: Ne önce ne sonra, anı yaşa, yoksa nefes alamazsın.
G: Ölünce nefes alamazsın.
Y: Ölme dedim ya işte... Gereksiz düşünme!
G: Son isteğiniz ne olurdu?
Y: Tuzlu deniz kokusu...
G: Onu mu koklamak isterdiniz?
Y: Denizin kokusu olmak isterdim.
G: Siz mutluluğunuzu bulmuşsunuz.
Y: Sende bul vaktin var.

Durağa gelen trenden hızla indi... Merdivenleri gözümün önünden seri bir şekilde çıktı. Durup dinlenmeden gitti. Sadece fotoğrafını çekebildim ama zihnimde beraber geçirdiğimiz zamanı asla unutamam.
Bana ilham veren koca adam:)))





Sevgililer Gününe Özel Whitman's Chocolate Reklamları (1950)









2 Şubat 2014 Pazar

12 Dakikalık Cesaret!


"12 YILLIK ESARET" 
Filminin adını duyan ancak onu izlemeyen bir beyaz yakalı arkadaş sıradışı bir pazartesi günü yaşamadı...
Her zamanki gibi haftanın ilk günü diye sevinmeyerek işe gitti.
Topuklu ayakkabıları yerine botlarını giymişti. Hava buzzzdu.
Şirketin önündeki pastaneden poğaçasını aldı.
İşe tam 2 dakika geç kalmıştı.
Kapıdan içeri girdiğinde ondan üst pozisyonda olanlar çenelerini yukarı dikmişlerdi, ona bakmıyorlardı.
Alt kademedekilerin ise ağzının suyu akıyordu. Çünkü havalı kız pazartesi günü işe geç kalmıştı.
Çenelerinden akan suyu silenler ellerindeki kozu münasip bir yerlerine -sonra kullanılmak üzere- koydular.
Masasına oturdu, çay almak için geç kalmıştı ancak bir cesaret gitti bardağını doldurdu.
Hamur hamur poğaçayı midesine üç lokmada indirdi, doymamıştı ama rejimdeydi.
Her pazartesi başlayamayan rejimlerdendi.

KAYIŞ KOPAR
Müdürü odasına çağırdı,  maillerine neden 5 dakika içinde cevap vermediğini sordu.
Haftasonu "Acillll" yazılı işleri halletmediği için bir kamyon azar fırlattı suratına.
Bir daha geç kalırsa onu kovacağını söyledi.
İzinlerini iptal etti, maaşına yapılan zamları geri çekti.
Bacakları titreten bir tonda bağırarak onu işe yaramazlar listesinin başına koydu.
Bir hayvanın içine soktu çıkardı, saydı saydı saydı.
Tükürüğüyle tüm suratını ıslattı.
Son damla son damla olmuştu.
Beyaz yakalı arkasına bile bakmadan şirketten çıktı, gitti.

ARTIK
İnce topuklu ayakkabı giymeyecekti.
Midesine oturan poğaça yemeyecekti.
Ağzının suyu akan yalakaları görmeyecekti.
Arkasından fısıldayanları duymayacaktı.
Bir üst pozisyona geçme umudu yoktu.
Oysa ki tam 12 senedir o şirkette çalışıyordu.


Philip Seymour Hoffman


"Happiness" filminde oyunculuğuna bayıldığım adam gitti...
"The Master", "Capote", "Cold Mountain", "25th Hour", "Almost Famous", "Magnolia", "Patch Adams", "The Big Lebowski" izlediğim diğer iyi fimleridir.

1 Şubat 2014 Cumartesi

Katil Karga Mı?

Şişman, uzun boylu, kocaman göbekli esmer adam terasında sık sık mangal yapıyordu.
Beş katlı binanın en üst katında kimsecikleri rahatsız etmeden yaşayan bu adam, üç bekar arkadaşını Cumartesi akşamı içmeye çağırdı.
Aylardan Hazirandı...
Yaz daha tam gelmemişti efil efil serin rüzgar esiyordu.
Hepsi işten, kadınlardan, gelecek planlarından bahsediyorlardı.
Araya mangalda pişen etlerin lezzetleri hakkındaki yorumlar da giriyordu.
Bir tanesi tutturmuştu 'patlıcan kebabı' diye.
Büyük, kalın şişlere bir patlıcan bir kıyma topağı sırayla dizildi.
Dört tane patlıcan kebabı mangalın üstüne atıldı, etrafa yayılan tütsülenmiş koku hepsini büyüledi.
Arkadaşlar yedi, içti, dertleşti ve rahatladı.
Aniden birkaç damla yağmur düştü gökyüzünden...
Sonra bardaktan boşanırcasına...
Hemen içeri kaçıştılar, mangal pıs diye söndü...
Yağmurun, sefalarının son dakikalarında yağmış olmasına sevindiler.

Ertesi sabah sokağın sonunda tek katlı evde yaşayan kılkuyruk, bastıbacak, takıntılı adam; şişman, herşeye karışan, dırdırcı kayınvalidesini kendi evine temelli taşımak için yola çıktı.
Karısı onu kapıdan uğurlamamıştı. Çünkü yalnız geçireceği birkaç saat için plan yapmaya başlamıştı.
Açıkcası bu adamı kimse sevmiyordu. Kimseye kötü bir şey yapmamasına rağmen...

Anne karga da tam o sırada dün gece mangal partisinden kalan ekmek kırıklarını toplamak için terasa iniş yaptı.
Bir sağa bir sola baktı minicik ekmek parçalarını ağzına aldı.
Balkonun kıyısında duran büyük, kalın şişlere gözü takıldı.
'Anne Karganın Bastonu' adlı öykü geldi aklına. Çocuklarının karşısına şu şık bastonla çıksa ne kadar güzel olurdu. Minik yavru kargaların sevincini görmek herşeye değerdi.

Kimse tarafından sevilmeyen adam, şişman göbekli adamın terasının altına denk gelen yerde yürüyordu.
Anne karga bir hamleyle şişi kaptı ve havalandı.
Gittikçe yükseliyordu...
Yürümekte olan adam gökyüzüne baktı bir an parlak bir şey gözüne aldı.
Hemen önüne baktı, farklı bir şey görmeye gerek yoktu.
Anne karga ağzındaki şişi tutamadı, birkaç saniye sonunda onu boşluğa düşürdü.
Taa yüksekten, göğün derinliklerinden yere doğru dimdik inen bir şiş, geldi kimsenin sevmediği adamın kafasının ortasına -önceden ölçüsü alınmışcasına- yerleşti...
Anne karga ekmek kırıntılarıyla yetinmek için geri dönmüştü.
Kafası şişli adamın karısı aşığını arayıp eve çağırmıştı...
Dün gece kebabı fazla kaçıran adamlar ise tuvalet sırasında birbirlerine küfrediyorlardı.

Tüm mahalle günlerce bu ölümü konuştu.
Nerden nasıl saplandığı anlaşılamayan bu şiş adli tıp doktorlarını şaşkına çevirdi.
Polisler hiç bir delil bulamadılar.
Şişman kayınvalidenin aklına takıldı "Hiç bu kadar büyük et parçası şişe takılır mıydı?"


Sanat Koleksiyonu Olan Zengin Bir Adamın Öyküsü-6

God of Art- Sanat Tanrısı 6. ARTEMİS Artemis şaşkındı, garip bir mesajla uyanmıştı. Efil akşamüstü gelip onu alacak, Pertev’in dedesinin...