PAZAR
Yattığı
yerden denizin üzerindeki gri bulutları gördü Suzan Hanım. Evinin yatak odası
karşı komşunun mutfak balkonuna bakıyordu. Bazı sabahlar kavrulmuş soğan
kokusuna uyanır midesi bulanırdı. Bu yüzden camını, gece tuvalete kalktığında
kapatıp yatardı. Komşusu gündüz işe gittiği için sabah altı gibi kalkıp o günün
yemeğini hazırlardı. İnsanın yatağından sonsuz gökyüzünü görmesi büyük lükstü.
Balkona çıktı, hava baya rüzgarlıydı. Her an yağmur yağabilirdi. Sağ tarafından
gelen bulutlarla denizin üzerindekiler çarpışacaktı. Suzan Hanımın üzerine
şiddetli bir yağmur yağacaktı. Rahmetli anneannesi her yağmur yağdığında başını
camdan çıkarırdı. “Yağmur suyu saçlara iyi gelir” derdi. Annesi telaşla ona
bağırırdı “Gir içeri, kafan ağır gelir düşersin!” Çocuk gibi azarlanan
anneannesi bozulur odasına gider kapıyı kilitlerdi. Onun gönlünü bir tek Suzan
alırdı. Anneannesinin annesini özleyip ağladığı zaman bile gözyaşını Suzan
silerdi. Ne günlerdi!
Yüzünü
yıkadı. Spor çantasına yeni aldığı taytı, tişörtü, ayakkabıları, terini silmek
için küçük bir havlu, temiz çorap ve üzerinde H.K. yazan bir şişe suyu koydu.
Kahvaltıya gitti. Aklında açık büfe kahvaltı vardı. Ancak kimseler gelmemişti.
Melek koşarak yanına geldi ve onu bilgilendirdi. Dediğine göre bugün brunch
olacaktı. Henüz hazırlıklar bitmemişti. Ancak Suzan Hanım’a içinde mısır
gevreği ve muz olan sütlü bir kahvaltı hazırladı yanında da espresso vardı.
Suzan yeni tarz kahvaltısını çok sevdi, karnında hiç şişlik yaratmamıştı. Saat
ikide hafif bir brunch için tekrar görüşmek üzere vedalaştılar.
Spor
salonuna varınca herkesin orada olduğunu anladı. Tezer ve ekibi jimnastik
salonundaki aletleri hakkını vererek kullanıyorlardı. Bisiklete binen kadın ter
içinde kalmıştı. Hızla sürmesi yetmezmiş gibi ayağa kalkıp pedala seri bir
şekilde basıyordu. Bisiklet yuvasından bir çıksa Tezer kendini denizin dibinde
bulacaktı. Suzan gülmek üzereyken kadının şekilli kalçasını fark etti. Sonra
aynada yere doğru sarkmak için can atan geniş kalçasına baktı. Bunu toplamak
mümkün müydü? Ayna karşısında üç parti yakışıklısı dambıl ile pazu geliştirme
hareketleri yapıyorlardı. Dişisini çiftleşmeye davet eden orman böceği
gibilerdi. Cuma günü yemekte gördüğü ipek saçlı kadın ve zayıf arkadaşı şık
eşofman takımlarıyla koşu bandındaydılar. Yavaş yürüyüş yapıyorlardı.
Kendilerince haklıydılar, üstündekilerin ter kokmasını istemezlerdi. Acaba kaç
dakikadır yürüyorlardı? Yanlarından geçerken ekranlarına baktı. İnanamadı, iki
saate yakın bir süredir yürüyorlardı. Hantallığından utanan Suzan Hanım motive
olmak için ilk darbesini yemişti.
Dans
salonuna gitti. Sınıf çok kalabalık değildi. Hemen soyunma odasında üzerini
değiştirdi. Derse başlamadan önce tuvaleti ziyaret etti. Sınıfa döndü ve forma
girmeye hazırdı. “Hey!” diye bağıran Amerikalı olsa ismi John olacak parlak bir
çocuk kapıdan içeri girdi. “Selam gençlik! Size dans hocanız Hande’yi
getirdim.” Müzik başladı, herkes Hande Hocayı alkışladı. Renkli spor taytı,
tepeden toplanmış saçlarıyla güzel Hande koşarak derse başladı. “Hop bir ki…
Hadi beni tekrar edin.” Hande ayna karşısında dans figürlerini yoga ile
karıştırarak yapıyordu. Suzan Hanım önce etrafına baktı, herkes düğmesine
basılmış gibi hocanın hareketlerini tekrarlamaya başladı. Özgüveni yavaş yavaş
kaybolurken John yanına geldi “Zamanla alışırsınız hadi deneyin” diye onu
cesaretlendirdi. Suzan Hanım bir ileri bir geri derken yirmi dakikanın sonunda
uyum sağlamayı başarmıştı. Hande “Evet yine süperiz! Şimdi su içebiliriz. Suzan
Hanım siz de harikasınız!” dedi uzaktan ona kalpli öpücük gönderdi. Suzan Hanım
çok mutlu oldu teşekkür etti. H.K. suyundan içip terini kuruladıktan sonra
ikinci bölüme geçtiler.
Işıklar
kapandı bir anda uğultulu bir müzik duyuldu. Tavandaki disko topu dönmeye
başladı. Sınıf çılgınlar gibi dans ediyordu. Suzan hanım da müzik kolonları da bastan
zıplıyordu. Hande’nin dediği gibi harikalardı. Kalçasının eridiğini hissetti.
Kalbi hiç yorulmamıştı. Ertesi gün yataktan kalkarken vücudu ağrıyacaktı ama
buna değerdi. Ders bitince terler su gibi akıyordu. Hande “Hepinizi öpüyorum
haftaya görüşmek üzere” dedi ve çıktı. John “Arkadaşlar benim dersime de
katılım zorunlu, mazeret istemiyorum. Perşembe görüşürüz!” dedi, koşarak gitti.
Sınıftakiler kendilerini alkışladılar. Beyaz saçlı bir adam Suzan’a yaklaştı.
“Daha önce Latin dansı yapmış mıydınız?” diye sordu. Suzan Hanım kalçasının
sadece Latin dansına uygun olduğunu ima eden bu adama bozulup bozulmama
arasında kararsız kaldı. Ona doğru bir adım atan, tipi fena sayılmayan adama
şans vermek için hemen terslemedi. “Hayır dans etmeyeli yıllar oldu.” Adam “Çok
iyi dans ediyorsunuz, ben bile bir ayda zor alışmıştım” diye onu övdü. Suzan
Hanım isminin Eflatun olan bu adamla bruncha birlikte gitti. Kumru ona kaş göz
yaparken Battal Bey uzaktan naralar atıyordu. Suzan onlara el sallayıp başka
bir masaya oturmayı tercih etti. Bağımsızlığını yeni tanıştığı hayat arkadaşı
adayıyla ilan etmiş bulunuyordu. Ahmet ve Mithat kardeşlerinde kesintisiz ona
beş dakika bakması bile rahatsız edemedi. Suzan yeni Suzan olmaya hazırdı.
İkisi
bahçede oturup kahvelerini yudumluyorlardı. Eflatun anlatmaya başladı, sanki senelerdir
konuşmak için onu beklemişti. “Okuldan mezun olunca hemen Akdeniz’de bin
nüfuslu bir adadaki müzeye atandım. Küçücüktü ama içi eserle doluydu. Müze tam
tepedeydi, oradan bütün Akdeniz ayağınızın altında gibiydi. Odamın dört
duvarında pencere vardı. Nereye baksam lacivert suya düşecek gibi olurdum. Sahilde
saatlerce otururdum. Denizi izlemek sakinleştirir. Aklınızda ne varsa alır
götürür. Yeni düşüncelere daha açık olursunuz. Uzun süre düşünme fırsatım oldu.
Dünyadaki en büyük mutluluk nedir? Nedir?”
Suzan
Hanım bir an durdu, cevap verme zorunluluğu hissetti “Sağlık” dedi. Eflatun
küçük bir gülümsemeyle keşfettiklerini anlatmaya başladı “Özgürlük, hayattaki
en büyük mutluluktur. İstediğiniz zaman istediğiniz şeyi yapmaktan öte. Ruhun
özgürlüğü. Sınırsız olmak. Doğduğumuzdan beri bazı geleneksel düşüncelerle
büyürüz. Toplumda barınmanın temel şartları vardır. Her zaman yazıya dökülmez.
Bunu ailelerimizden öğreniriz. Sorgulamadan kabulleniriz. Sorgularsak başımıza
iş alırız, öyle değil mi? Ancak kendimizle yalnız kaldığımızda düşünmeye
başlarız ve deriz ki ‘Ben özgür bir birey miyim?’ Adada anladığım en önemli şey
bu oldu, özgür değildim. Hayatıma karışan kimse yoktu, işimde ya da evimde bir
baskı unsuru yoktu ancak mutlu değildim, eksiktim. Tamamlanmak için yalnızlığa
ihtiyacım varmış. Birey kendinden daha büyük olanın düşüncelerini benimser.
Güçlü olan doğada kazanır lafı bu yüzden doğrudur. İş yerinde patron, evde eş,
hatta hayata getirdiğin çocuk bile gün gelir sana müdahale eder. Düzen budur.
Kendi oluşumlarını tamamlayamamış canlılar başkalarının üzerinden egolarını
tatmin ederler. Biz de bu duruma ses çıkaramayız. Karşımızdakinden ya korkarız
ya da ona karşı gelerek onu üzeceğimizi düşünürüz. Seçimlerimiz bize özgürlük
verir sanırız, yanılırız. Çünkü tercihlerimiz kısıtlıdır. Bize iki seçenek
sunulur birini seçince kendimizi özgür hissederiz oysa hiç ortaya atılmayan
diğer seçenekler bizim hayatımızı nereye götürecektir hiç düşünmeyiz. Bunun
sebebi de korkudur. Korku imparatorluğu! İnsanlar korkuyla yönetilir. Önce o
korkulardan sıyrılmak cesur olmak gerekir. İnsan zamanla aydınlanmaya başlar.
Her denilene hemen inanmam. Düşünürüm, beynimi yormadan. Bana gerekli mi, değil
mi ona göre. Kimseye inanmak zorunda değilim. Kimse de bana inanmak zorunda
değil. Canının istediğini yapmak değil, aklının gösterdiği yolda yürümek
önemli. Hayattan haz almak böyle oluyor. Gelecekten beklentinin olmaması,
yaşadığın andan haz almak ve bir şeyden korkmamak. Bunlar bize daha çocukken
öğretilmeliydi. Kendimiz anlamaya kalktığımızda yıllarımızı alır. Benim yirmi
senemi alması gibi. Tam yirmi sene kendimi tanıma sürecim. Kimine göre az,
kimine göre çok. Elli yaşına gelmiş emekli olup çantasıyla dünyayı gezeceğim
diye yolculuğa çıkan insanların yazdığı kitapları okuyor halk. Neden? Kendi
yolculuğa çıkamadığı için. İşte o yolculuk bir yere gitmeden de yapılmalı ve
erken yaşta yapılmalı ki gençliğimiz, orta yaşımız ve yaşlılığımız huzur içinde
geçsin. Acıyı yaşayalım, dozunda sonra kabullenelim ama saygıyla. Yetişkin
olmuş nice kişiler gördüm anne babasını kaybedince onlarla mezara girdiler.
Neden? İnanın cevabını bulamadım. Onları anlayamadım. Belki yanlış kurulan
ilişkileriyle yüzleşemediklerindendir. Yoksa insanoğlu kendinden başkasını bu
kadar sevemez diye düşünürüm. Bir diğer konu da erdem. İnsanın yaşamının anlamı
erdemli olmaktır. Yüzünü kızartacak yanlış bir şey yapmamak, doğru olanı her
şartta yapmaktır. Erdem öğrenilebilir, ben sabırla, sükunetle hayattan öğrendim.
Ve bu anlattıklarıma vakıf olan insanı sonsuz mutluluk bekler. Sonsuz mutluluk
hazdan da ötedir. Çelik gibi sağlam olursunuz sizi hiçbir şey yıkamaz. Bu haz
orgazmdan daha büyük bir hazdır.” Suzan Hanım gözlerini aşağı eğdi. Ne de olsa
erdemli bir kadındı, yeni tanıştığı bir adamla orgazm üzerine konuşamazdı.
Ayrıca bu konuda pek de bilgisi yoktu. Ancak özgürlüğün ne kadar önemli
olduğunu anladı. Eflatun Bey ne kadar bilge bir adamdı. Bu kadar bilgiyi denize
bakarak edinmiş olamazdı, anlaşılan kütüphanede çok vakit geçirmişti.
Kulakları
uğuldarken Eflatun’un aralıksız anlatmaya devam ettiğini fark etti “Adanın bir
tarafı sıcak, diğer tarafı ise rüzgarlıydı. O yüzden önce farenjit oldum sonra
kronikleşti. Zamanla astıma döndü o da kronikleşti. Akşamları sürekli
öksürüyordum. Adalı yaşlı bilge bir kadın benim için çeşitli otlar topladı.
Onların bir kısmını kaynatıp buğu yapıyor, bir kısmını da içiyordum. Çok iyi
geldi. Adanın rüzgâr almayan tarafına taşındım. İnanır mısınız öksürüğüm bıçak
gibi kesildi. Emekli olacağım gün masamda bir davetiye buldum. Huzurevi Kampüsü
Sizi Bekliyor! Suzan Hanım şaşırdı “Buraya davetle mi geldiniz?” Eflatun
açıkladı “Evet, özellikle beni ikna ettiler. Benim gibi beyinlere ihtiyaçları
varmış. Birkaç seminer düzenlememi istediler. Bu bildiklerinizi diğer huzurevi
sakinlerine de anlatın dediler. Ben de kabul ettim. Sizi de amfide görmek
isterim.” Suzan Hanım’ın duruşu dikleşti “Zevkle gelirim Eflatun Bey, sizi
dinlemek çok güzeldi.” Eflatun ayağa kalktı “İzninizle ben deniz kıyısına
gidiyorum. Gri bulutların denizle buluştuğu yeri izleyeceğim.” Eflatun Suzan’ın
elini nazikçe öptü ve uzaklaştı. Suzan elindeki kahve fincanına bakakaldı.
Telvesi baya kurumuştu. Kaç saattir bu adamla konuşuyordu, daha doğrusu onu
dinliyordu? Odasına gidip duş almalıydı.
Ayağa
kalkarken poposunun acıdığını hissetti. Aniden sağanak yağmur başladı. Suzan
odasına gitmekte ısrarcıydı. Ağaç altı bile ıslanmıştı. Hızla yürüdü, saçları
ıslandı, koşmaya başladı. Bacakları ne kadar güçlenmişti. Sanki bir bulut
kütlesi sadece onun üzerine yağıyordu. Koştu. Sonunda yatakhaneye vardı. Ortalıkta
kimseler yoktu. Odasına çıktı. Çantasından su akıyordu. Yerdeki su lekelerini mendillerle
sildi. Banyoda sıcak suyu açtı. Tüm duvarlar buhar olmuştu. Kirlilerini
yıkatmak için bir poşete koydu. Duş aldıktan sonra yatağa uzandı ve uyuyakaldı.
Bir ara uyandı karanlık çökmüştü. Tuvalete gidecek gücü yoktu. Hala yağmur
yağıyordu. Tekrar uyandı eliyle ateşini ölçen bir hemşire gördü. Kız “Ateşi
yüksek” dedi. Koluna bir iğne vurdular. Suzan tekrar uykuya daldı. Uyandığında
yağmur dinmişti, Suzan Hanım ağlamaya başladı. Kendini durduramıyordu. Eliyle
yüzüne dokundu dudakları ve yanakları kuruydu. Nasıl ağlamaktı bu? Gözyaşı mı
bitmişti? Oysa Suzan Hanım sık ağlamazdı. İçine mi akıyordu gözyaşları. Hayal
mi gerçek mi derken tekrar uykuya daldı.
ESER SAHİBİ EVRİM TANIŞ, İZİNSİZ KULLANILAMAZ. TELİF ÖDENMESİ GEREKİR.
Yorumlar