30 Kasım 2013 Cumartesi
Malzeme Reklamı -1936 Mimar-Arkitekt Dergileri
Yeni Mimari Türkiye'ye geldiğinde 1930 yıllarında inşaat sektörü çok yoksuldu. Ülkemize birkaç tane çimento fabrikası vardı ve demir-çelik üretimi yapılmıyordu (1937'ye kadar). 1927'den sonra Teşvik-i Sanayi Kanunu'na göre özel işletmeler; yeni malzeme üretimine, ithalatına, yeni yapı malzemeleri üretimine izin vermesiyle inşaat sektörü gelişmeye başlamıştır. Tabii bu dönemde ülkede yabancı mimarların hakimiyeti vardı. Türk mimarlar ise hızlı bir öğrenme sürecindeydi.
Mimarlık dergisinde yer alan reklamlar, malzeme tanımları, kullanım alanları ve şekilleri, önceki referanslarının verilmesiyle oluşur. Sloganlar ise neden o malzemenin tercih edilmesi gerektiği üzerinedir.
1936 yıllarında kitle iletişim araçlarından en önemlisi yazılı basındı. Burada yayınlanan reklamlarla üretici daha geniş kitlelere ulaşmaktaydı. Özellikle Mimarlık ve Arkitekt dergileriyle asıl hedef kitlesine direk seslenmekteydi.
Günümüzde inşaat sektörü çok önemli bir yere sahiptir. Gerek yazılı basında gerekse görsel basında fazlasıyla konut reklamı görmekteyiz. Malzeme reklamları hala dergilerde yerini koruyor.
Ürün Biçer Özkun'un Yeni Mimari'de Malzeme ve Malzeme Reklamları adlı makalesinden alınmıştır.
29 Kasım 2013 Cuma
Kasım'ın son cuması
Bugün 32 yaşımdaki son cumam.
Pazar günü bir sene yaşlanıyorum.
Yeni projem talibimkim'in sitesini açtık hayırlı uğurlu olsun.
Henüz yaymadık gerçi filmi de yükleyelim diyoruz diğer filmden önce yayarız.
Bir arada olsun. Patlama yaşayalım.
Dün kış geldi, artık bir yerlerimiz donacak orası kesin.
Mart sonuna kadar böyle mıy mıy kediler gibi kalorifer kenarında ayak bacak ısıtmaca.
Yapılacak o kadar çok şey var ki nereden başlasam bilemedim.
Tüm gün youtube ve vimeo'ya bir video yükledim hayatım kaydı.
Başında beklemenize gerek yok diyor ama Türk aklı güvenemedim.
Okunması gerekli kitaplar, görüşmeler için sunum dosyaları hazırlamalar,
Yeni senaryoyu tamamlamalar, deneme çekimi yapmalar ohooo.
Nereden başlayacakpımı bilemediğimden oturuyorum.
Sağlık olsun yeni yaşımda yaparım.))
27 Kasım 2013 Çarşamba
İstanbul Kısa Film-İtalyan Kısaları
Tüm günümü kısalarla geçirdikten sonra asıl amacım eve gidip dinlenmekti ancak festivale çağırdığım bir arkadaşım beni tutsak etti ve İtalyan Kültür'deki İtalyan kısalarını izlemek için geri döndüm. Sonra diğer arkadaşlarım da geldi çoğaldık. Salon hınca hınç doluydu. Fransız Kültür'de olsak havasızlıktan boğulurduk ancak İtalyan'ın yüksek tavanı ve genişliği sayesinde hayattayız şu an. Özellikle de gösterim bitimindeki şaraplar ve kanepeler sayesinde geldiğimize pişman olmuyoruz:))
Maria Grazia Cucinotta "Öğretmen" adlı filmde, sabah okula gitmek için aceleyle hazırlanan, aksilikleri alt edip sınıfında derse giren öğretmeni anlatıyor. Ancak yıllar önce emekli olmuş ve çok sevdiği karısını kaybetmiş olduğunu sonra anlıyoruz ve üzülüyoruz. Mesleğini bu kadar severken ve bu kadar yalnızken istediğini yapamıyor olması içimizi sızlattı...
Giovanni Meola "Kısa Bir Tatil"de kıskanç sevgili ile nasıl başa çıkılır elinden geldiğince göstermeye çalışıyor. Gözü dönmüş güzel bir kadın, öğretmen olan sevgilisini tüm dişilerden kıskanıyor. Aralarındaki durumu düzeltmek için kaplıca tatiline gidiyorlar ve adamda kayış kopuyor. Kadın için herhangi bir erkek olduğunu ve saplantısının onu mahvettiğini anlıyor. Gaza basıyor!
Alessandro D'Ambrosi, Santa De Santis'in "Dönüş" filmi ise savaşa giden ancak firar eden bir askeri anlatıyor. Arkadaşları savaşırken geride durmuş ve sonrasında tek tabanca takılmış. Filmin biraz uzun oluşu motivasyonumuzu düşürse de filmleri izlemeye devam ettik.
Simone Petralia "Sadece Bir Öpücük" filminde eğlenceli bir giriş yapıyor ancak devamı pek öyle gelmiyor. Erasmus öğrencisi yarı İngiliz yarı italyan bir kızın sevgilisinin ablasıyla tanışması ve sonrasındaki araba yolculuğunu anlatıyor. Sadece bir öpücük isteyen sevgilisine tavır yapıp arabadan inen kızın başına lanet bir durum geliyor ve polis sorgusunda kendinden geçmiş bir halde çıkıyor karşımıza.
Matteo Pianezzi "Gülümseme" adlı filmde palyaçoluk yaparak oğluna bakmaya çalışan bir baba ve onun sağır dilsiz oğlunun yaşamından bir ana şahit oluyoruz. Oğlu üzülmesin diye çikolata alan ve ona güzel cümlelerle destek olan bir baba ve derdini anlatan bu film alkışı hak ediyor.
Festivali düzenleyenlere, sponsor olanlara ve destek olanlara teşekkür ederiz. Kısa filmler olmadan sinema olmaz.
Maria Grazia Cucinotta "Öğretmen" adlı filmde, sabah okula gitmek için aceleyle hazırlanan, aksilikleri alt edip sınıfında derse giren öğretmeni anlatıyor. Ancak yıllar önce emekli olmuş ve çok sevdiği karısını kaybetmiş olduğunu sonra anlıyoruz ve üzülüyoruz. Mesleğini bu kadar severken ve bu kadar yalnızken istediğini yapamıyor olması içimizi sızlattı...
Giovanni Meola "Kısa Bir Tatil"de kıskanç sevgili ile nasıl başa çıkılır elinden geldiğince göstermeye çalışıyor. Gözü dönmüş güzel bir kadın, öğretmen olan sevgilisini tüm dişilerden kıskanıyor. Aralarındaki durumu düzeltmek için kaplıca tatiline gidiyorlar ve adamda kayış kopuyor. Kadın için herhangi bir erkek olduğunu ve saplantısının onu mahvettiğini anlıyor. Gaza basıyor!
Alessandro D'Ambrosi, Santa De Santis'in "Dönüş" filmi ise savaşa giden ancak firar eden bir askeri anlatıyor. Arkadaşları savaşırken geride durmuş ve sonrasında tek tabanca takılmış. Filmin biraz uzun oluşu motivasyonumuzu düşürse de filmleri izlemeye devam ettik.
Simone Petralia "Sadece Bir Öpücük" filminde eğlenceli bir giriş yapıyor ancak devamı pek öyle gelmiyor. Erasmus öğrencisi yarı İngiliz yarı italyan bir kızın sevgilisinin ablasıyla tanışması ve sonrasındaki araba yolculuğunu anlatıyor. Sadece bir öpücük isteyen sevgilisine tavır yapıp arabadan inen kızın başına lanet bir durum geliyor ve polis sorgusunda kendinden geçmiş bir halde çıkıyor karşımıza.
Matteo Pianezzi "Gülümseme" adlı filmde palyaçoluk yaparak oğluna bakmaya çalışan bir baba ve onun sağır dilsiz oğlunun yaşamından bir ana şahit oluyoruz. Oğlu üzülmesin diye çikolata alan ve ona güzel cümlelerle destek olan bir baba ve derdini anlatan bu film alkışı hak ediyor.
Festivali düzenleyenlere, sponsor olanlara ve destek olanlara teşekkür ederiz. Kısa filmler olmadan sinema olmaz.
İstanbul Kısa Film Festivali Filmleri 4
İtalyan Kültür'deki diğer seansın filmleri güzel bir karma oluşturmuş.
Helmy Nouh "Kağıttan Gemi" adlı filminde yalnız bir gencin bir kızla iletişime geçmesini konu alıyor. Sevimli bir tip olan çocuk yalnız kaldığı kimseyle konuşamadığı için dertlidir. Boş bir barda bira içerken yanında yalnız oturan editör ile sigara alışverişi bahanesiyle sohbete dalar. Ardından taksi ararken yolda dialoga devam ederler. Bu dialog aslında Mısır'ın hasret kaldığı bir durumdur.
Peter Volkart "Oda 606" adlı kısasında tam olarak hayal dünyasına dalmış. Takma gözcü bir adam 606 numaralı otel odasına yerleşiyor. Odadaki her nesnenin arka planı sağlam yani saatin içinde bir sandalyeye oturmuş tepesine su damlayan bir adam var. Havalandırma, lavabo, tablo vs. İçeri girince değişik bir dünyayla karşılaşıyor insan. Ama içeriden biri var ki dışarı çıkmak istiyor.
Renato Chiocca "Bir Kez Açılınca" isimli kısa filminde içeriden yeni çıkmış bir arkadaşını görmeye giden adamın yeğeniyle olan durumunu anlatıyor. Aslında sinemaya gidecekken gelen bir telefon üzerine yönlerini değiştirip bir arkadaşı görmeye giderler. Yönetmenin dediğine göre bir öykü ile çizgi romanı birleştirmiş. Bütünün ortasındaki bir anına şahit oluyoruz. Yine ortadan çıkıyoruz.
Fabian Giessler "İki Kişilik Oda" animasyonunda bir şehir efsanesini konu almış. Hastane odasında yatan 2 kişi biri cam kenarında diğeri uzakta. Cam kenarındakine neyi gördüğü soruluyor. Oda hayal dünyası elverdiğinde anlatıyor. Cam kenarına geçmenin bir tek yolu var o da oradakinin ölmesi...
Tato Kotetishvili "Karpuz" adlı çalışmasında yol kenarına arabasını park edip karpuz satmak için bekleyen tombiş bir adamın yolun karşısına gelen rakibiyle değişen durumunu anlatıyor. Havada uçuşan karpuzların yerlere saçılmaları yüzünden insan bu mevsimde karpuz yemek istiyor ancak nafile.
Matis Burkhardt "Parazit "adlı kısasında ev arkadaşlarıyla yaşayan yalnız bir kızın, radyo programcısı adamın sesine aşık olmasını ve ona olan saplantısını anlatıyor. Sürekli kulaklığıyla onu dinleyen tek taraflı bir bağ kuran kız programcının da ona aşık olduğunu düşünüyor ve bir gün programı arıyor. Canlı yayında ilanı aşk edince de tüm hayalleri yıkılıyor.
İstanbul Kısa Film Festivali Filmleri 3
Dün tam anlamıyla bütün gün kısaları izledim.
Saat 12 seansı için İtalyan Kültür'e koşarak gittim.
Tek tesellim dün izlediğim filmlerin öncekilere nazaran daha iyi olmasıydı.
Oscar Dorby ve Jeremie Duvall'ın "Saplantı" adındaki filmi yaklaşık 10 sene önce akciger rahatsızlığı yüzünden kızını kaybeden bir babayı anlatıyor. Gizlice bir doktorla bir eve giriliyor, bir adam bayıltılıyor ve ciğeri çalınıyor, peşindeki adamları atlatmaya çalışarak hastaneye kızına gidiyor ancak sedyeye takılıyor. Güzel bir geçişle görüyoruz ki aslında sedyede yatan kendisi ve kızını kurtramıyor.
Sonia Lisa Kenterman "Nicoleta" adlı filminde yıllar öncesinin Yunanistanın götürüyor bizi. Babası kominist diye yaftalanmış yer yurt bulamayan erkek çocuk ve küçük kardeşi Nicoleta... Süt bulup kardeşinin karnını doyurmak ve kendilerine yer yurt bulmak için dere tepe yürüyorlar. Teyzelerine gittiklerinde ise eniştelerinin suratsız halini pek kaldıramayarak ertesi sabah tekrar yola koyuluyorlar.
Nazan Kesal'ın "Salıncak" adlı filminde "kadına şiddet" olayını şiddetle kınamış. Kocasından şiddet gören bir kadın minicik bebeğiyle sıkışmış bir hayatı yaşıyor. Hiç dialog olmayan bu film tek planda sabit kamerayla çekilmiş. Sonunun biraz sert bitmesi beni üzse de farklı anlatım tarzları bu tür konuda denenmelidir diye düşünüyorum.
Thomas Kruithof "Belgesiz" adlı filminde, göçmenleri koruyan bir dernekte çalışan bir kadının çalışma şeklini ortaya koyuyor. Ukraynalı bir adam Fransa'dan sınırdışı edilecek ancak kötü bir şey yapmamış. Gereksiz yere nezarethanede bekleyen adam maalesef istediği sonuca ulaşamıyor. Adliye, karakol sürecinde zaman kaybı olmaması için yeni başlayan inşaatta hepsi birbirine yakın olarak kurgulanıyor.
Sedat Azazi'nin "Buğu" adlı filmi bakanlık desteği almış. Ücra bir evde buğulanmış cama bir şeyler çizen bir çocuğun kulağına top tüfek sesleri geliyor. Savaş karşıtı bir film.
Kaan Atilla Taşkın'ın "Öğretmenim Nerede?" filmi yine ücra bir köyün öğretmensiz kalan okulunu anlatıyor. Öğrenciler başıboş oyun oynuyorlar. Muhtar da tayini çıkan öğretmeni arıyor. Ancak olumlu bir cevap alamıyor.
Saat 12 seansı için İtalyan Kültür'e koşarak gittim.
Tek tesellim dün izlediğim filmlerin öncekilere nazaran daha iyi olmasıydı.
Oscar Dorby ve Jeremie Duvall'ın "Saplantı" adındaki filmi yaklaşık 10 sene önce akciger rahatsızlığı yüzünden kızını kaybeden bir babayı anlatıyor. Gizlice bir doktorla bir eve giriliyor, bir adam bayıltılıyor ve ciğeri çalınıyor, peşindeki adamları atlatmaya çalışarak hastaneye kızına gidiyor ancak sedyeye takılıyor. Güzel bir geçişle görüyoruz ki aslında sedyede yatan kendisi ve kızını kurtramıyor.
Sonia Lisa Kenterman "Nicoleta" adlı filminde yıllar öncesinin Yunanistanın götürüyor bizi. Babası kominist diye yaftalanmış yer yurt bulamayan erkek çocuk ve küçük kardeşi Nicoleta... Süt bulup kardeşinin karnını doyurmak ve kendilerine yer yurt bulmak için dere tepe yürüyorlar. Teyzelerine gittiklerinde ise eniştelerinin suratsız halini pek kaldıramayarak ertesi sabah tekrar yola koyuluyorlar.
Nazan Kesal'ın "Salıncak" adlı filminde "kadına şiddet" olayını şiddetle kınamış. Kocasından şiddet gören bir kadın minicik bebeğiyle sıkışmış bir hayatı yaşıyor. Hiç dialog olmayan bu film tek planda sabit kamerayla çekilmiş. Sonunun biraz sert bitmesi beni üzse de farklı anlatım tarzları bu tür konuda denenmelidir diye düşünüyorum.
Thomas Kruithof "Belgesiz" adlı filminde, göçmenleri koruyan bir dernekte çalışan bir kadının çalışma şeklini ortaya koyuyor. Ukraynalı bir adam Fransa'dan sınırdışı edilecek ancak kötü bir şey yapmamış. Gereksiz yere nezarethanede bekleyen adam maalesef istediği sonuca ulaşamıyor. Adliye, karakol sürecinde zaman kaybı olmaması için yeni başlayan inşaatta hepsi birbirine yakın olarak kurgulanıyor.
Sedat Azazi'nin "Buğu" adlı filmi bakanlık desteği almış. Ücra bir evde buğulanmış cama bir şeyler çizen bir çocuğun kulağına top tüfek sesleri geliyor. Savaş karşıtı bir film.
Kaan Atilla Taşkın'ın "Öğretmenim Nerede?" filmi yine ücra bir köyün öğretmensiz kalan okulunu anlatıyor. Öğrenciler başıboş oyun oynuyorlar. Muhtar da tayini çıkan öğretmeni arıyor. Ancak olumlu bir cevap alamıyor.
25 Kasım 2013 Pazartesi
Medyada Tekelleşme
Okulumuzda okuduk gördük, medyada tekelleşme yatay, dikey ve çapraz olarak üçe ayrılır.
Tekelleşme; ülkede yaşayanların sosyal hayatından, ekonomik hayatına kadar her şeyi etkiler.
100 tane çeşitli program varken hepsi aynılaşmaya başlar aynılaşmayanlar yokolur.
Geriye kalanlar sıkı ve haksız bir rekabete girer. Sayıca azalan aynılar farklı olan çoğunluğu içine alıp sindirir.
Her kafadan bir ses çıkmasın, tek bir ses olsun mantığıyla demokrasi anlayışı özellkle medya tutsak edilerek yokedilir.
Sektördeki egemen gruplar neyi yayınlamak, hangi bilgiyi paylaşmak istiyorsa halk da onu görür, okur.
Örneğin Gezi olaylarında haber kanalları bile bu olayı vermedi. Çünkü iktidar karşıtı oluruz, destek oluruz, işimizden oluruz mantığındaydılar. Medya patronları ekibine "siz bulaşmayın penguenleri koyun izlesinler, bunlar zaten ne koysak izliyorlar" dedi.
Eğer Gezi olayları televizyondan canlı olarak verilse bugün iktidar bu konumda olmayabilirdi.
Çünkü halk güçlüdür, özellikle birlik olunca.
Zaten medya patronu da kim iktidara gelse onun tarafını tutacak.
Ülkemizde anlaşılmayan bir durum var. İktidarı halk seçer, kontrol eder, görevini yerine getirmeyince çözüm üretir. Ancak iktidar gidip insanların beynini yıkıyor, medyadaki aynı programlarla uyuşturuyor, canının istediğini yapıyor, halktan bir talep geldiğinde ağzına geleni kaba bir şekilde söylüyor.
İstenen şu ki günümüzde her kanal her gazete iktidarı övsün ne yaparsa desteklesin.
Televizyondaki reklamlarla geçinen medya patronlarının cebini de delmek halkın elinde.
Reklamlardaki ürünleri kullanmamak demek bir nevi seni protesto ediyorum demek. Tekelleşmeci patronun kanalını izlememek onu zor duruma düşürmek demek.
Zamanla tek partili bir hükümet, tek sesli bir ülke olmaya doğru ilerliyoruz, demokrasi ise çoktan yok oldu.
Tekelleşme; ülkede yaşayanların sosyal hayatından, ekonomik hayatına kadar her şeyi etkiler.
100 tane çeşitli program varken hepsi aynılaşmaya başlar aynılaşmayanlar yokolur.
Geriye kalanlar sıkı ve haksız bir rekabete girer. Sayıca azalan aynılar farklı olan çoğunluğu içine alıp sindirir.
Her kafadan bir ses çıkmasın, tek bir ses olsun mantığıyla demokrasi anlayışı özellkle medya tutsak edilerek yokedilir.
Sektördeki egemen gruplar neyi yayınlamak, hangi bilgiyi paylaşmak istiyorsa halk da onu görür, okur.
Örneğin Gezi olaylarında haber kanalları bile bu olayı vermedi. Çünkü iktidar karşıtı oluruz, destek oluruz, işimizden oluruz mantığındaydılar. Medya patronları ekibine "siz bulaşmayın penguenleri koyun izlesinler, bunlar zaten ne koysak izliyorlar" dedi.
Eğer Gezi olayları televizyondan canlı olarak verilse bugün iktidar bu konumda olmayabilirdi.
Çünkü halk güçlüdür, özellikle birlik olunca.
Zaten medya patronu da kim iktidara gelse onun tarafını tutacak.
Ülkemizde anlaşılmayan bir durum var. İktidarı halk seçer, kontrol eder, görevini yerine getirmeyince çözüm üretir. Ancak iktidar gidip insanların beynini yıkıyor, medyadaki aynı programlarla uyuşturuyor, canının istediğini yapıyor, halktan bir talep geldiğinde ağzına geleni kaba bir şekilde söylüyor.
İstenen şu ki günümüzde her kanal her gazete iktidarı övsün ne yaparsa desteklesin.
Televizyondaki reklamlarla geçinen medya patronlarının cebini de delmek halkın elinde.
Reklamlardaki ürünleri kullanmamak demek bir nevi seni protesto ediyorum demek. Tekelleşmeci patronun kanalını izlememek onu zor duruma düşürmek demek.
Zamanla tek partili bir hükümet, tek sesli bir ülke olmaya doğru ilerliyoruz, demokrasi ise çoktan yok oldu.
Taşlar Konuşuyor-Aslı Çavuşoğlu
Sergi en ufak bir tarihi eserin bile bir değerinin olduğunu bize anlatıyor.
"Taşlar
Konuşuyor", 71 adet arkeolojik eser kopyasının sanatçı tarafından
"tümlenmesiyle" oluşturulmuş objeleri biraraya getiriyor.
Sergide
kullanılan arkeolojik eserler, Türkiye'nin çeşitli bölgelerindeki kazılarda
bulunmuş ancak sergilenecek değerde bulunmadıkları için diğer buluntulardan
farklı bir sınıflandırılmaya tabi tutulan parçalardan seçildi. TC Kültür ve
Turizm Bakanlığı, bu parçaları "etütlük eser" olarak sınıflandırıyor.
Korunması Gerekli Taşınır Kültür Ve Tabiat Varlıklarının Tasnifi, Tescili ve
Müzelere Alınmaları Hakkında Yönetmelik'in 3. maddesinin c fıkrasına göre
etütlük olarak ayrılan bu parçalar, "2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamına giren, ancak Eser Envanter Defterine kayıt
edilecek nitelikte olmayıp bilimsel amaçla kullanılabilecek korunması gerekli
eserler" olarak ayrılıyor. Parçası olabileceği bütünle ilgili fikir
vermediği düşünülen, eksik, biçimsiz veya önemsiz görülen bu parçalar, çoğu
zaman müze depolarında saklanıyor ya da bilimsel araştırmalarda kullanılmak
üzere üniversitelerin ilgili birimlerine gönderiliyor.
Aslı
Çavuşoğlu bu sergi için 71 etütlük eser seçerek bu parçaların birer
kopyasını üretti. Ahşap, bronz, cam, demir, mozaik ve seramik gibi
malzemelerden yapılmış bu parçaların kopyaları üretilirken, orijinal malzemeler
kullanıldı. Sanatçı daha sonra bu parçaları, "bütün"lere tamamladı.
Her bir eser, seramik, kauçuk, epoksi, pleksiglas, keçe, volkanik taş, deri ve
sünger gibi farklı malzemelerle "tümlendi".
71
objenin teşhir edilmesi için sanatçı tarafından tasarlanan kaideler de
sıkıştırılmış sünger, ahşap ve kauçuktan üretildi. Sergideki parçalar 1'den
71'e kadar numaralandırılmış olarak sunuluyorlar ancak bu numaralandırma
tamamen rastlantısal. Herhangi bir tematik, kronolojik veya coğrafi
sınıflandırmaya dayanmıyor.
Sergi,
arkeolojik ve tarihi bilgilerle anlatı oluşturmanın ve objeler aracılığıyla
çoksesli hikâyeler anlatmanın olasılıklarını araştırıyor.
arter.org.tr.den alıntı
Arter
Cumartesi günü Salt'tan sonra Arter'e uğradım, eserlere göz gezdirdim!
Sonra merdivenden inerken 2. katta bir mekan oluşturmuşlar hemen içeri girdim.
İnsanlar koltuklarla, masalarda bir şeyler okuyorlar.
Sol tarafta müzik falan tartışılıyordu. Panoyda duyurulardan haberdar olmak için mail adresleri yazılıyor.
Bir uyanık da oradaki kızların mail adreslerini topluyormuş:))
Baya güldüm. Hemen kahve aldım ve ikili koltuğa sevgilimle oturduk.
Birkaç tane fotoğraf çektik daha çekesim vardı ancak görgüsüzlük olur diye durdum.
Bu tarz mekanların artmasını diliyorum.
Fatma Bucak'ın videoları, Sarkis'in suluboyaları, Aslı Çavuşoğlu'nun eserleri sergileniyor.
24 Kasım 2013 Pazar
Gülsün Karamustafa-Salt Beyoğlu
"Vaadedilmiş Bir Sergi" adıyla Taksim Salt'da açılan Gülsün Karamustafa'nın sergisi kapı girişindeki renkli saten yorganlarla karşılıyor sizi. Aaa ne güzel diyerek renk renk eski yorganların fotoğrafını çekmeye başlıyorsunuz hemen.
3. katta ise leopar desenin hakim olduğu zamanında evlerimizde kullandığımz battaniyeler, örtülerden oluşan eserler bulunuyor. Sanatçı göçebe kimlikler, yerelleşme, yerinden edilme, toplumsal cinsiyet ve kültürel farklılıklara ilişkin özgün eserlerini bir araya getirmiş.
Ortadaki videoda sürekli bir müzikle dönen eski bir bebek, altındaki yerleştirmede ise 80li yılların oyuncaklarından seçmeler bulunuyor.
5 Ocak 2014'e kadar görülebilir.
Basın Bülteninden;
Oturduğu apartmanın eski Rum sahiplerinin hikâyesinin izini
süren Apartman (2012) işi, söz konusu
hareket ve devinimi cisimleştirirken, aynı zamanda Karamustafa’nın işlerindeki
başka bir ana hattı içinde barındırıyor: Sanatçının kişisel tarihi, Türkiye
toplumsal tarihi ile iç içe geçiyor; göç olgusu kendi yaşamına dokunuyor. Ankara-İstanbul
yataklı tren yolculuğundan bir anı yakalayan Güllerim Tahayyüllerim (1998),
sanatçının çocukluğuna ait bir fotoğraf karesini ortak bir nostaljiye
dönüştürüyor. Kişisel hatıranın toplumsal bellekle beraber örüldüğü bir diğer
iş olan Sahne (1998), Karamustafa’nın aktif politik geçmişi ve 1971
darbesinden sonra tutuklanmasından yola çıkıyor. Sahne enstalasyonuna, bu sergide ilk defa gösterilen hapishane
dönemi resimleri (1972-1978) eşlik ediyor.
İstanbul Kısa Film Festivali Filmleri 2
Cumartesi Fransız Kültür Merkezi'ndeki kısalara gittim. 15 seansının ilk iki filmini kaçırdım. Salona girdiğimde baya havasızdı ancak kısa film aşkına biraz sabrederim diye düşündüm.
Cyril Schaublin'in "İzdiha" adlı kısa film çalışması tren istasyonundaki kaosu tam anlamıyla seyirciye geçirebiliyor. Birbirini iterek koşmaya çalışan insanlar, korku içindeki suratlar, şüpheli çantaya yaklaşan polisler ve arayış içindeki polis köpekleri. Bazı sahneler slow motion ilerliyor, ses ve derin müzikle seyirci olarak ben biraz sıkılsam da aktarmak istediği duyguyu alıyorum.
Chrzu "Yüksek Yüksek Topuklar" adlı animasyon filminde biz kadınları baya güldürüyor. Renkli topuklu ların önemini bir güzel anlatıyor. Yaklaşık 70 çift ayakkabısı olan kadın bizlere topuklu ayakkabı giymemiz gerektiğini söylüyor. Haksız da sayılmaz:))
Buğra Dedeoğlu "Şeref Dayı ve Gölgesi" adlı filmiyle Bakanlık desteği almış. Köyde yaşayan Şeref Dede gölgesi yüzünden bazı bedeller ödemiş, adı çıkmış dokuza inmez sekize... Bir gün kızgınlıkla gölgesine söylenirken onu kaybeder. Daha doğrusu gölgesi onu terkeder. Gizlice torununun yanına giden gölgeyi bulmaya çalışırlar.Şeref Dede ve torunu gölgeyi kovalasa da tekrar kazanamazlar. Konu açısından işlenebilir bir şey yakalanmış ancak senaryoda birçok eksik var.
Rafael Balulu "Çevirme Noktasında Batman" filminde İsrailli ve Filistinli ailelerin yol kavgasının anlamsızlığı üstüne kuruluyor. Sınırdan geçmek üzere sıkışmış trafikte bekleyen araçların içindeki iki erkek çocuk birbirleriyle camdan cama oynuyorlar. Kudüslü aile diğer ailenin önüne geçmeye çalışınca kaza oluyor ve çocuklar araçtan çıkıp oyuncak Batman'ın peşine takılıyor. Birbirleriyle kavga ederken aileler onları ayırıyor bir süre yanlış çocuklara sahip çıksalar da "aslında çocuk hepimizin çocuğudur" mantığını doğruluyor. Duran trafik, sınırdaki acımasız askerler ve savaş tarafları... Rafael Balulu savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu yumuşak bir dille anlatmış.
Dolunay Gördüm'ün okul projesi "Aşırı Yük" övgüyü hakediyor. Asansör fobisi olan bir adam tek başına asansörü kullanmak istiyor. Bir katta sarışın velet biniyor ve asansördeki aşırı hareketlerinden dolayı başına iş açıyor. Önce çocuğu çok kızsak da sonunda korktuğunu ve ağladığını görünce acıyoruz ve adamın asansöz fobisini yenmesine yardımcı olduğunu gördükçe teşekkür edesimiz geliyor.
Arne Ahrens "Sünnetim" adlı filmde Almanya göçmeni Türk ailenin ülkesine gelip oğullarını yeğenleriyle birlikte sünnet ettirmesini konu alıyor. Almanya-Türkiye arasında kalan çocuk, sünnet travması ve aidiyeti sorguluyor. Güldürmeyi başaran bir film. Sünnet erken yapılmalı!
Entropi" ve "Çıkmaz Ayın Son Çarşambası" beni biraz gaflete sürükledi. Konular fena değil ancak fazla uzatılınca anlamını yitirdiğini düşünüyorum.
Kısaların en büyük ortak sorunu kapanış jeneriğindeki yazıların küçük oluşu ve okunamaması.
Enerjimi diğer seanslara saklıyorum.
Cyril Schaublin'in "İzdiha" adlı kısa film çalışması tren istasyonundaki kaosu tam anlamıyla seyirciye geçirebiliyor. Birbirini iterek koşmaya çalışan insanlar, korku içindeki suratlar, şüpheli çantaya yaklaşan polisler ve arayış içindeki polis köpekleri. Bazı sahneler slow motion ilerliyor, ses ve derin müzikle seyirci olarak ben biraz sıkılsam da aktarmak istediği duyguyu alıyorum.
Chrzu "Yüksek Yüksek Topuklar" adlı animasyon filminde biz kadınları baya güldürüyor. Renkli topuklu ların önemini bir güzel anlatıyor. Yaklaşık 70 çift ayakkabısı olan kadın bizlere topuklu ayakkabı giymemiz gerektiğini söylüyor. Haksız da sayılmaz:))
Buğra Dedeoğlu "Şeref Dayı ve Gölgesi" adlı filmiyle Bakanlık desteği almış. Köyde yaşayan Şeref Dede gölgesi yüzünden bazı bedeller ödemiş, adı çıkmış dokuza inmez sekize... Bir gün kızgınlıkla gölgesine söylenirken onu kaybeder. Daha doğrusu gölgesi onu terkeder. Gizlice torununun yanına giden gölgeyi bulmaya çalışırlar.Şeref Dede ve torunu gölgeyi kovalasa da tekrar kazanamazlar. Konu açısından işlenebilir bir şey yakalanmış ancak senaryoda birçok eksik var.
Rafael Balulu "Çevirme Noktasında Batman" filminde İsrailli ve Filistinli ailelerin yol kavgasının anlamsızlığı üstüne kuruluyor. Sınırdan geçmek üzere sıkışmış trafikte bekleyen araçların içindeki iki erkek çocuk birbirleriyle camdan cama oynuyorlar. Kudüslü aile diğer ailenin önüne geçmeye çalışınca kaza oluyor ve çocuklar araçtan çıkıp oyuncak Batman'ın peşine takılıyor. Birbirleriyle kavga ederken aileler onları ayırıyor bir süre yanlış çocuklara sahip çıksalar da "aslında çocuk hepimizin çocuğudur" mantığını doğruluyor. Duran trafik, sınırdaki acımasız askerler ve savaş tarafları... Rafael Balulu savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu yumuşak bir dille anlatmış.
Dolunay Gördüm'ün okul projesi "Aşırı Yük" övgüyü hakediyor. Asansör fobisi olan bir adam tek başına asansörü kullanmak istiyor. Bir katta sarışın velet biniyor ve asansördeki aşırı hareketlerinden dolayı başına iş açıyor. Önce çocuğu çok kızsak da sonunda korktuğunu ve ağladığını görünce acıyoruz ve adamın asansöz fobisini yenmesine yardımcı olduğunu gördükçe teşekkür edesimiz geliyor.
Arne Ahrens "Sünnetim" adlı filmde Almanya göçmeni Türk ailenin ülkesine gelip oğullarını yeğenleriyle birlikte sünnet ettirmesini konu alıyor. Almanya-Türkiye arasında kalan çocuk, sünnet travması ve aidiyeti sorguluyor. Güldürmeyi başaran bir film. Sünnet erken yapılmalı!
Entropi" ve "Çıkmaz Ayın Son Çarşambası" beni biraz gaflete sürükledi. Konular fena değil ancak fazla uzatılınca anlamını yitirdiğini düşünüyorum.
Kısaların en büyük ortak sorunu kapanış jeneriğindeki yazıların küçük oluşu ve okunamaması.
Enerjimi diğer seanslara saklıyorum.
22 Kasım 2013 Cuma
Under the Dome-Stephen King
Stephen King tarafından 2009 Kasım'da yayınlanan roman "Under the Dome" dizi olarak yayınlanmaya başladı. 1. Sezonu biten dizi 2. sezon için onay aldı.
2. sezonu usta Stephen King'in yazacağı konuşuluyor. Önceki senaristlerle ne sorun yaşandı bilemiyorum ancak izleyici bazı mantık hatalarından ve boş geçen bölümlerden şikayetçi.
Chester's Mill kasabası kendi halinde yaşamına devam eden insanlarla doludur. Ancak bir gün kasabanın üstüne küre gelir. Maalesef küre hiçbir şekilde açılmaz.
Dışarıdan füze bir gönderseler ateş açsalar dahi çözüm yoktur.
Kürenin içinde kalanlar birbirleriyle hesaplaşır, yağma olur, cinayetler işlenir, insanların içindeki egolar açığa çıkar.
Ormanın derinliklerinde kürenin kalbi bulunur. 4 kişinin ona dokunmasına ihtiyacı vardır. Aksi taktirde kelebek kozasından çıkınca ölecektir.
Sadece kubbebin altındakileri izliyoruz oysa ben bir yandan kubbenin dışında kalanların durumlarını merak ediyorum.
Simpsons hayranları bu olaya kıllanmış çünkü daha önce Simpsonlarda bir bölüm kubbe tepelerine geliyormuş. İnternetteki videodan bazı sahne örnekleri görülebilir.
İzlenebilir bir dizi, özellikle Dean Norris hayranları için Breaking Bad sonrası özlem giderilebilir.
2. sezonu usta Stephen King'in yazacağı konuşuluyor. Önceki senaristlerle ne sorun yaşandı bilemiyorum ancak izleyici bazı mantık hatalarından ve boş geçen bölümlerden şikayetçi.
Chester's Mill kasabası kendi halinde yaşamına devam eden insanlarla doludur. Ancak bir gün kasabanın üstüne küre gelir. Maalesef küre hiçbir şekilde açılmaz.
Dışarıdan füze bir gönderseler ateş açsalar dahi çözüm yoktur.
Kürenin içinde kalanlar birbirleriyle hesaplaşır, yağma olur, cinayetler işlenir, insanların içindeki egolar açığa çıkar.
Ormanın derinliklerinde kürenin kalbi bulunur. 4 kişinin ona dokunmasına ihtiyacı vardır. Aksi taktirde kelebek kozasından çıkınca ölecektir.
Sadece kubbebin altındakileri izliyoruz oysa ben bir yandan kubbenin dışında kalanların durumlarını merak ediyorum.
Simpsons hayranları bu olaya kıllanmış çünkü daha önce Simpsonlarda bir bölüm kubbe tepelerine geliyormuş. İnternetteki videodan bazı sahne örnekleri görülebilir.
İzlenebilir bir dizi, özellikle Dean Norris hayranları için Breaking Bad sonrası özlem giderilebilir.
DODO Nasıl bir kuştur öğrenelim.
DODO KİMDİR
Dodo ya da Mauritius
dodosu (Raphusucullatus), güvercingiller familyasından
Mauritius'da yaşamış ama
17. yüzyılın ikinci yarısı itibarı ile soyu tükenmiş bir kuş türüdür. Yaklaşık 1
metre boyunda ve 20 kilo ağırlığında uçamayan bu kuş yerde yuvalanır ve meyvelerle beslenir.
Pek çok yerde dodo türü olmasına rağmen Mauritius adasındaki Dodo'lar
sembol haline gelmiştir. Adadaki diğer canlılarla mükemmel bir uyum içinde
yaşıyorlardı. 15. yy sonlarında ada insanlar tarafından keşfedildiğinde dodolar
zorlukla tanıştı.
Dodolar çok akıllı yaratıklar değildi. Bu nedenle insanlara kolayca
yakalanıyorlardı. İnsanların adaya getirdiği kedi, köpek ve domuzlar; dodo
yumurtalarını mahvetti. İnsanlar da acıktıklarında bu 1 metre boyunda iştah
açıcı kuşları yerdi.
Acıktıkları zaman uçamayan ve koşamayan dodoların kafasına sopayla
vurmaları yeterdi. Dodo soyu, 200 yılda tamamen tükendi.
DODO kuruyemiş,
meyve, sebze ile beslenirdi, uzun deniz yolculuklarında yengeç ve deniz
ürünleri ile de beslenmiş olabilir.
21 Kasım 2013 Perşembe
Kısa Filmlerden Seçmeler-25. İstanbul Short Film Festival
Bahaa El Gamal'ın "Altı" isimli filmiyle ilk seansıma başladım.
Bir otel odasına kırmızı elbiseli bir sanatçı kadın. Çirkin ama alımlı, elinde silahla dolanıyor.
Kocasına doğrultuyor sonra da kendine, sırayla çekiyor tetiği ancak içinde tek kurşun olan silahta doluya denk gelmez zor...
Rus ruleti kıvamında ölüm denemelerinden önce bir sır açıklanıyor.
Kadın kafasına dayar silahı ve Mısır'da bir bomba patlar. Gayet anlamlı.
Rıdvan Çevik'in "İrfan" adlı animasyon çalışması çok başarılı ancak senaryo yönünden biraz eksik duruyor.
Marina Sereseky "Düğün" adlı kısa filminde hem bizi renklendirip neşelendiriyor hem de sonunda boğazımızı biraz düğümlüyor. Uzakta olan annelere adadığı film gerçekten İspanyol sıcaklığını özleyen beni sevindiriyor.
Özellikle de Madrid bu kadar burnumda tüterken.
Benjamin Parent "Bu Bir Kovboy Filmi Değil" ile Fransızların komik filmler yapabileceğini de ıspat ediyor. Brokeback Mountain filmini izleyenlerle izlemeyenlerin aralarındaki tartışmalar, konuşmalar kısa filmi oluşturuyor. Lise tuvaletinde yaşanan bu konuşmalar biraz gaylik üzerinde baskıya sebep olsa da hoş izlenen bir film sayılabilir.
Ayce Kartal "Tornistan" adlı animasyonuyla harikalar yaratmış. Gezi olaylarının medyaya yansımasını, basının özgür olmamasını ve sivil duyarsızlığı gayet yerinde bir şekilde eleştirmiş. Devam filmlerini izlemek isterim.
Julietta Baily "Atlamak" adlı animasyonunda havuza atlamakla atlamamak arasında kalan birinin iç sesini bize yansıtıyor. Mecburen atlıyor. Sonrasında yüzüyor, tekrardan atlamak istiyor.
Luc Janin-Franck Janin bizim gezi olaylarına benzeyen -daha vahşisi- kırmızı gömlek giyenleri polisin Banghok'da katlettiği direnişi temel alıyor. "Sadece Su Ekle" yine Bangkok'da yılda bir kez halkın yaptığı su şakalarını gösteriyor. Paralel olarak kurgulanan bu kısa filmden anlıyoruz ki su tabancası doğrultmak insanı güldürür, diğeri ise öldürür.
37"4 Derece filmini çok sevdim. Adriano Valerio'nun bu filmi 2013 Cannes kısa film seçkisinde gösterilmiş.
Atlantik okyanusunun ortasındaki Tristan da Cunha adasında sadece 270 kişi yaşıyor. Birbirini küçüklüğünden beri tanıyan Nick ve Anne güzel bir birliktelik yaşamaktadır. Ancak Anne okumak için İngiltere'ye gitmeye karar verir. Nick de adadane yapacağını düşünür ve Anne ile geçen günlerini anar. Güzel mütevazi bir kısa film. Yönetmenin de eline sağlık:) Devamı gelir muhakkak.
Kısa filmleri kısaca özetledim Türk kısaları beni çoook farklı yerlere götürmüyor, senaryo eksikliği ve sinematografi açısından. Yine de umudumuz var biraz daha izlemek ve uygulamak lazım. Büyükburunluluk yapmadan işi bilenlere senaryo yazdırmak gerek.
Festival 5 gün daha Fransız, İtalyan ve Alman Kültür'de izlenebilir.
Bir otel odasına kırmızı elbiseli bir sanatçı kadın. Çirkin ama alımlı, elinde silahla dolanıyor.
Kocasına doğrultuyor sonra da kendine, sırayla çekiyor tetiği ancak içinde tek kurşun olan silahta doluya denk gelmez zor...
Rus ruleti kıvamında ölüm denemelerinden önce bir sır açıklanıyor.
Kadın kafasına dayar silahı ve Mısır'da bir bomba patlar. Gayet anlamlı.
Rıdvan Çevik'in "İrfan" adlı animasyon çalışması çok başarılı ancak senaryo yönünden biraz eksik duruyor.
Marina Sereseky "Düğün" adlı kısa filminde hem bizi renklendirip neşelendiriyor hem de sonunda boğazımızı biraz düğümlüyor. Uzakta olan annelere adadığı film gerçekten İspanyol sıcaklığını özleyen beni sevindiriyor.
Özellikle de Madrid bu kadar burnumda tüterken.
Benjamin Parent "Bu Bir Kovboy Filmi Değil" ile Fransızların komik filmler yapabileceğini de ıspat ediyor. Brokeback Mountain filmini izleyenlerle izlemeyenlerin aralarındaki tartışmalar, konuşmalar kısa filmi oluşturuyor. Lise tuvaletinde yaşanan bu konuşmalar biraz gaylik üzerinde baskıya sebep olsa da hoş izlenen bir film sayılabilir.
Ayce Kartal "Tornistan" adlı animasyonuyla harikalar yaratmış. Gezi olaylarının medyaya yansımasını, basının özgür olmamasını ve sivil duyarsızlığı gayet yerinde bir şekilde eleştirmiş. Devam filmlerini izlemek isterim.
Julietta Baily "Atlamak" adlı animasyonunda havuza atlamakla atlamamak arasında kalan birinin iç sesini bize yansıtıyor. Mecburen atlıyor. Sonrasında yüzüyor, tekrardan atlamak istiyor.
Luc Janin-Franck Janin bizim gezi olaylarına benzeyen -daha vahşisi- kırmızı gömlek giyenleri polisin Banghok'da katlettiği direnişi temel alıyor. "Sadece Su Ekle" yine Bangkok'da yılda bir kez halkın yaptığı su şakalarını gösteriyor. Paralel olarak kurgulanan bu kısa filmden anlıyoruz ki su tabancası doğrultmak insanı güldürür, diğeri ise öldürür.
37"4 Derece filmini çok sevdim. Adriano Valerio'nun bu filmi 2013 Cannes kısa film seçkisinde gösterilmiş.
Atlantik okyanusunun ortasındaki Tristan da Cunha adasında sadece 270 kişi yaşıyor. Birbirini küçüklüğünden beri tanıyan Nick ve Anne güzel bir birliktelik yaşamaktadır. Ancak Anne okumak için İngiltere'ye gitmeye karar verir. Nick de adadane yapacağını düşünür ve Anne ile geçen günlerini anar. Güzel mütevazi bir kısa film. Yönetmenin de eline sağlık:) Devamı gelir muhakkak.
Kısa filmleri kısaca özetledim Türk kısaları beni çoook farklı yerlere götürmüyor, senaryo eksikliği ve sinematografi açısından. Yine de umudumuz var biraz daha izlemek ve uygulamak lazım. Büyükburunluluk yapmadan işi bilenlere senaryo yazdırmak gerek.
Festival 5 gün daha Fransız, İtalyan ve Alman Kültür'de izlenebilir.
20 Kasım 2013 Çarşamba
Oscar Wilde-Mürver Ağacı
Taksim Atatürk Kütüphanesi'nde aldığım Mürver Ağacı adlı
kitabı hemen okudum.
Oscar Wilde'ın
akıcı üslubu sayesinde kitapta kopukluklar yaşamıyorsunuz.
Büyük usta;
masal, polisiye, komedi, hayalet öykülerin, doğru bir bakış açısıyla
kaleme almış.
Özellikle
"Bülbül ve Gül" öyküsünde fedakarlık, iyilik ve aşk kavramları
canınızı acıtacak kadar gerçekçi.
Balıkçı
öyküsünde insanın kendi içindeki kötülükle kendi ruhuyla olan mücadelesinin
zamana yansıması farklı bir şekilde işlenmiş.
Dilenci annesini beğenmeyip
onunla konuşmayan prens vijdan azabıyla yıllarca dere tepe düz giderek kurda
kuşa annesini sorar. İçinde yaptığı kötülüğün bedelini ödeme hevesi
vardır. Anne ve babasının çok zengin kral ve kraliçe olduğunu öğrenince mal
mülk umurunda değildir. Çünkü o olgunlaşmıştır.
Her öyküde derinlemesine
betimlemeler okuyucuyu kendisine çekmeyi başarıyor.
Okunması güzel çünkü yazarın içi
güzel.
Nejat Uygur'un vefatı
Yıllar yıllar önce renkli televizyon hayatımıza girdiğinde, önümüze ne gelirse izlediğimiz dönemlerdeki en iyi komedi programlarını yapan tiyatrocu; Nejat Uygur'dur.
İnsanlar koşarak tiyatrolarına gider, sonra günlerce esprileri birbirlerine anlatırlardı.
Televizyonda izler üstüne okulda parodilerin taklitlerini yapardık.
Mekanı cennet olsun.
Nejat Uygur:
"Benim gençliğimde herkeste Amerika'ya gitmek gibi çok yoğun bir istek vardı. Bu yüzden liman cüzdanı çıkarttım ve gemici oldum. Hiç unutmam, bir Panama şilebinde çalıştım. Gemide kimsenin canı sıkılmazdı. Onlara fıkralar anlatır, taklitler yapardım. Herkes çok gülerdi. Sonra askere gittim, orada da arkadaşlarımı çok güldürürdüm. Giderek insanların yüzünü güldürmek bende tutku oldu. Sonra da tiyatro başladı zaten."
İnsanlar koşarak tiyatrolarına gider, sonra günlerce esprileri birbirlerine anlatırlardı.
Televizyonda izler üstüne okulda parodilerin taklitlerini yapardık.
Mekanı cennet olsun.
Nejat Uygur:
"Benim gençliğimde herkeste Amerika'ya gitmek gibi çok yoğun bir istek vardı. Bu yüzden liman cüzdanı çıkarttım ve gemici oldum. Hiç unutmam, bir Panama şilebinde çalıştım. Gemide kimsenin canı sıkılmazdı. Onlara fıkralar anlatır, taklitler yapardım. Herkes çok gülerdi. Sonra askere gittim, orada da arkadaşlarımı çok güldürürdüm. Giderek insanların yüzünü güldürmek bende tutku oldu. Sonra da tiyatro başladı zaten."
18 Kasım 2013 Pazartesi
16 Kasım 2013 Cumartesi
Brandweek'de Gavat Kavgası
Hulisi Derici denilince insanların aklına şampuan reklamı geliyor.
Özellikle Biomen reklamında Yahudiliği aşağıladığı gerekçesiyle mahkemelik olmuştu diye hatırlanıyor.
Ayşe Arman'a verdiği ropörtajda ise; Hitler'in bir ulusu sabun yaptığını bildiğini, ancak sabunla şampuan arasındaki benzerliğin ters anlaşılacağının aklına gelmediğini söylüyor.
Ne güzel iştir, şampuan reklamı yapan biri şampuan daha doğmamışken, insanların saçlarını sabunla yıkadığını akıl edemez.
a) Proje çıraklar tarafından yapıldı kendisinin haberi yok.
b) Kişi ne şampuan ne de sabun kullanıyor.
c) Reklamın iyisi kötüsü olmaz. Hitler de olur itler de.
İlk önce aklıma gelen şey; reklamcı olmak için yaratıcı olmak şart mı?
Türkiye'de değil! Tek ülkemi bildiğim için konuşuyorum.
Ucundan kıyısından İtalya basınını bilirim, yerel gazetelerde bile her gün 1-2 yaratıcı reklam çıkardı.
Marka reklam ajansı muhakkak yaratıcı işler yapıyordur. Ancak kendi üretimleri mi?
Yoksa İngilizce bilen metin yazarlarıyla internetten araştırdıkları reklamları, müşterinin ürününe uyarlayarak mı çalışıyorlar?
İçinde değilim bilemem ancak tek yorumum şu olur.
Oturup tavana bakarak Don Draper misali, bir ilham bekleyen tiplerle hiiiç tanışmadım.
İş alındıktan sonra herkesin yaratım sürecine, daha doğrusu AR-GE sürecine girmesi normaldir.
Araştırma şart ancak geliştirme, daha önce bulunan (başka bir ülkedeki bir reklam) fikrinin üstüne düşünüp daha iyi! hale getirip, Türk izleyicisine uygulama süreci gibi geliyor.
Zaman Gazetesi son reklam filmi gibi. Komple taşıma! Allahtan başında asıl yaratıcıya bir saygı göndermesi var.
Kötü, rahatsız edici sesli Didi teyzesi...
Didi'nin içilme sebebi az parayla 1 lt.ye alınan içecek olmasıdır. Tüm içi yanan ergenler yazın lakır lakır ellerinde Didi içti. Ürün kendi reklamını kendi yaptı ve Çaykur'u kalkındırdı.
Bu sene Brandweek, son anlarında action yaşadı. O da Haluk Sicimoğlu'nun, Hulisi Derici'yi Didi Teyzesi'ni daha doğrusu Lays Teyzesi'ni kendinden çaldığını ima etmesiydi. Çalınan şey de; Anadolu Kadını (Hiç bir çekiciliği olmayan, konuştuğu anlaşılmayan,yiyin gari, için bari tavırlı anaç teyze). Tabii tercih meselesi, Anadolu'da 1-75 boyunda 90-60-90 kadın da -zorlasak- bulunur ama onlar ne cips yedirebilir ne de soğuk çay içirebilir. Bu kadınlar muhafazakar demokrat toplumlara değil, gelişmiş edepsiz ülkelere uygundur.
Hulisi Derici, Haluk Sicimoğlu'nun "Gavat" kavgası 2014 BrandWeek tanıtım videosu olsun. En azından sıcak, samini Anadolu insanı reklamda kullanılmaktan öteye gider, bir sunum haftasını çekici hale getirebilir.
Özellikle Biomen reklamında Yahudiliği aşağıladığı gerekçesiyle mahkemelik olmuştu diye hatırlanıyor.
Ayşe Arman'a verdiği ropörtajda ise; Hitler'in bir ulusu sabun yaptığını bildiğini, ancak sabunla şampuan arasındaki benzerliğin ters anlaşılacağının aklına gelmediğini söylüyor.
Ne güzel iştir, şampuan reklamı yapan biri şampuan daha doğmamışken, insanların saçlarını sabunla yıkadığını akıl edemez.
a) Proje çıraklar tarafından yapıldı kendisinin haberi yok.
b) Kişi ne şampuan ne de sabun kullanıyor.
c) Reklamın iyisi kötüsü olmaz. Hitler de olur itler de.
Türkiye'de değil! Tek ülkemi bildiğim için konuşuyorum.
Ucundan kıyısından İtalya basınını bilirim, yerel gazetelerde bile her gün 1-2 yaratıcı reklam çıkardı.
Marka reklam ajansı muhakkak yaratıcı işler yapıyordur. Ancak kendi üretimleri mi?
Yoksa İngilizce bilen metin yazarlarıyla internetten araştırdıkları reklamları, müşterinin ürününe uyarlayarak mı çalışıyorlar?
İçinde değilim bilemem ancak tek yorumum şu olur.
Oturup tavana bakarak Don Draper misali, bir ilham bekleyen tiplerle hiiiç tanışmadım.
İş alındıktan sonra herkesin yaratım sürecine, daha doğrusu AR-GE sürecine girmesi normaldir.
Araştırma şart ancak geliştirme, daha önce bulunan (başka bir ülkedeki bir reklam) fikrinin üstüne düşünüp daha iyi! hale getirip, Türk izleyicisine uygulama süreci gibi geliyor.
Zaman Gazetesi son reklam filmi gibi. Komple taşıma! Allahtan başında asıl yaratıcıya bir saygı göndermesi var.
Kötü, rahatsız edici sesli Didi teyzesi...
Didi'nin içilme sebebi az parayla 1 lt.ye alınan içecek olmasıdır. Tüm içi yanan ergenler yazın lakır lakır ellerinde Didi içti. Ürün kendi reklamını kendi yaptı ve Çaykur'u kalkındırdı.
Bu sene Brandweek, son anlarında action yaşadı. O da Haluk Sicimoğlu'nun, Hulisi Derici'yi Didi Teyzesi'ni daha doğrusu Lays Teyzesi'ni kendinden çaldığını ima etmesiydi. Çalınan şey de; Anadolu Kadını (Hiç bir çekiciliği olmayan, konuştuğu anlaşılmayan,yiyin gari, için bari tavırlı anaç teyze). Tabii tercih meselesi, Anadolu'da 1-75 boyunda 90-60-90 kadın da -zorlasak- bulunur ama onlar ne cips yedirebilir ne de soğuk çay içirebilir. Bu kadınlar muhafazakar demokrat toplumlara değil, gelişmiş edepsiz ülkelere uygundur.
Hulisi Derici, Haluk Sicimoğlu'nun "Gavat" kavgası 2014 BrandWeek tanıtım videosu olsun. En azından sıcak, samini Anadolu insanı reklamda kullanılmaktan öteye gider, bir sunum haftasını çekici hale getirebilir.
Tavla ve Candy Crush
Ne kadersizim be arkadaş.
Bayramda çok boş evde oturdum arkadaş sordu "Tavla biliyor musun?", cevap verdim "Hayır". Bu soru neden, niçin diye devam etti. "Oyun oynamayı sevmiyorum, karşıyım" diye devam ettim.
"Lütfen ben öğreteyim benimle oyna" dedi 5-6 ısrardan sonra OK dedim.
Öğret bakalım!
Anlatarak oynuyorum 3 kez oynadık 2 kez onu yendim, mars mı ne ondan bile yaptım 3. oyunumda.
Sonra bir sardı beni çok hoşlandım durasım yok.
Arkadaş "Ben bilenlerle oynuyorum, sen öğren de gel öyle oynayalım" dedi.
Dünyam karardı.
Kimse bir daha benimle oynamadı.
Bugün bir büyüğümüzün tabletinde Candy Crash'a denk geldim. O da seviye atlamak istiyordu.
"Hadi 2 elden oynarsak çabuk biter" coşkusuyla 4-5 tur döndürdü.
Öğrenene kadar zaman aldı hangisi jöle hangisi akide anlamadım.
Öğrendim oynuyoruz, 7. aşamayı geçemedik.
Son halim elimde tablet sallıyordum parmaklarımı.
Yok kendi telefonuma yüklemeyeceğim, oynamayacağım:)))
Bayramda çok boş evde oturdum arkadaş sordu "Tavla biliyor musun?", cevap verdim "Hayır". Bu soru neden, niçin diye devam etti. "Oyun oynamayı sevmiyorum, karşıyım" diye devam ettim.
"Lütfen ben öğreteyim benimle oyna" dedi 5-6 ısrardan sonra OK dedim.
Öğret bakalım!
Anlatarak oynuyorum 3 kez oynadık 2 kez onu yendim, mars mı ne ondan bile yaptım 3. oyunumda.
Sonra bir sardı beni çok hoşlandım durasım yok.
Arkadaş "Ben bilenlerle oynuyorum, sen öğren de gel öyle oynayalım" dedi.
Dünyam karardı.
Kimse bir daha benimle oynamadı.
Bugün bir büyüğümüzün tabletinde Candy Crash'a denk geldim. O da seviye atlamak istiyordu.
"Hadi 2 elden oynarsak çabuk biter" coşkusuyla 4-5 tur döndürdü.
Öğrenene kadar zaman aldı hangisi jöle hangisi akide anlamadım.
Öğrendim oynuyoruz, 7. aşamayı geçemedik.
Son halim elimde tablet sallıyordum parmaklarımı.
Yok kendi telefonuma yüklemeyeceğim, oynamayacağım:)))
İlginç Gazete Başlıkları 2
İnternetten gazete okumak çok hoş ancak biraz daha zaman geçirilmesi için ilginç başlıklarla kullanıcıyı tavlamak lazım.
Ne tutar cinsellik tutar.
Bu baz alınarak bir sürü güzel kızlar, memeler, kalçalar sağda solda tıklanmayı bekliyor.
Okunmayı beklemiyor çünkü içerikte bir şey olduğunu sanmıyorum. Birkaç başlıkla gülelim, merak edelim.
-"17 yaşında vajinası olmadığını öğrendi." (Hiçbir zaman cinsel bir ilişki yaşayamayacak).
Vajinası yoksa cinsel hayatı da yok önyargısıyla alt başlık açılmış. Okuyan desin ki "ahanda laaa hiç yatamayacak". Tüm abazalar bu güzel kıza acıyacak. Sözcü gazetesinde kızın pembe beyaz benekli bikiniyle çekilmiş bir fotoğrafı var. Gülen suratına "cık cık ne yazık" diyen bir yığın abazanın aklında oral sex var şimdi.
-"Porselen Bebek O!" Altında hemen mimi etekli bir kız çimenlerin üstünde oturuyor. Sabah gazetesindeki bu habere tıklayanlar mini etek ve bacaklara odaklanacak.
-"Yatak Odası İtirafı" o genç kız konuştu alt başlığıyla Sabah gazetesi okuyanla için bir tıklama sayfası daha. İnsanlar tıklayıp sayfaya girene kadar meraklanıyori adrenalin tavan yapıyor. Üst üste tıklanınca da ohh !
Devamı gelecek!
Ne tutar cinsellik tutar.
Bu baz alınarak bir sürü güzel kızlar, memeler, kalçalar sağda solda tıklanmayı bekliyor.
Okunmayı beklemiyor çünkü içerikte bir şey olduğunu sanmıyorum. Birkaç başlıkla gülelim, merak edelim.
-"17 yaşında vajinası olmadığını öğrendi." (Hiçbir zaman cinsel bir ilişki yaşayamayacak).
Vajinası yoksa cinsel hayatı da yok önyargısıyla alt başlık açılmış. Okuyan desin ki "ahanda laaa hiç yatamayacak". Tüm abazalar bu güzel kıza acıyacak. Sözcü gazetesinde kızın pembe beyaz benekli bikiniyle çekilmiş bir fotoğrafı var. Gülen suratına "cık cık ne yazık" diyen bir yığın abazanın aklında oral sex var şimdi.
-"Porselen Bebek O!" Altında hemen mimi etekli bir kız çimenlerin üstünde oturuyor. Sabah gazetesindeki bu habere tıklayanlar mini etek ve bacaklara odaklanacak.
-"Yatak Odası İtirafı" o genç kız konuştu alt başlığıyla Sabah gazetesi okuyanla için bir tıklama sayfası daha. İnsanlar tıklayıp sayfaya girene kadar meraklanıyori adrenalin tavan yapıyor. Üst üste tıklanınca da ohh !
Devamı gelecek!
Agorafobi Belgeseli
Dün akşam Mimarlar Odası Belgesel Sinema Kulübü'nün düzenlediği etkinliğe katıldım.
Yönetmen İmre Azem'in son filmi Agorafobi gösteriliyordu.
Öncelikle en büyük sıkıntı Karaköy'deki mimarlar odasının gösteri salonu minicik.
Sadece 10 kişiye gösterim, sunum yapmak üzere planlanmış.
Diğer tarafta bekleme salonu anlamsız geniş, daha önce orada söyleşiler oluyordu ancak o salona sığmak imkansız.
Ne zaman mimarlarla film izlesem kıpır kıpırlar, yerlerinde duramıyorlar:)) Hep bir hareket, not tutma yanındakiyle konuşma falan yani! O ayrı bir araştırma konusu.
Neyse gelen geldi gelen geldi, yer kalmadı sandalyeler toplandı sıkış sıkış oturuldu.
Güzel, akıcı bir belgesel başladı, İmre Azem'in ellerine sağlık.
Kentsel Dönüşüme karşı duruşunu net bir şekilde ortaya koymuş.
Hollanda Altyapı ve Şehircilik Bakanlığı'ndan, BM Habitat temsilcilerinden oluşan bir grup mimarı önce Ankara'nın kentsel dönüşümünü göstermek için bir proje alanına götürüyorlar.
Orada proje sorumlularına gayet mantıklı sorular soruyorlar ve mantıklı cevap alamıyorlar.
Ardından evleri yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olan yerlere gidip mahalle dokusunu inceliyorlar.
Oradaki insanlarla konuşuyorlar. Bakanlık ve TOKİ görevlilerinden daha mantıklı cevaplar veren halk bu durumdan şikayetçi.
Ellerinden zorla, 3-5 kuruşa alınan tek katlı, ferah evlerinin yerine. 30 katlı anlamsız, kibrit kutusu gibi evleri 50-70 bin gibi borçlanma ile onlara kakalıyorlar.
En az 20 kat çıkılıyor. O arazinin yapısının, dokusunun, şehircilik anlayışına uygunluğu göz ardı edilerek.
Hollanda'da bu tarz oluşumların 100 sene önce yapıldığının altı çiziliyor.
Bizim insanımız duyduğu tecrübeden yararlanmaz, okuduğu kitaplardakini o sayfalarda bırakır.
Kendi yapari bozari kırar, deneme yanılma yöntemiyle öğrenmeye çalışır.
Bu sürede çevresindeki dokuya, canlıya zarar verir.
Bu belgesel bunun güzel bir özetiydi.
Kentsel dönüşüm adı altında kafalarına göre konut yapan insancıkların mide bulandırıcı öyküsü.
Yönetmen İmre Azem'in son filmi Agorafobi gösteriliyordu.
Öncelikle en büyük sıkıntı Karaköy'deki mimarlar odasının gösteri salonu minicik.
Sadece 10 kişiye gösterim, sunum yapmak üzere planlanmış.
Diğer tarafta bekleme salonu anlamsız geniş, daha önce orada söyleşiler oluyordu ancak o salona sığmak imkansız.
Ne zaman mimarlarla film izlesem kıpır kıpırlar, yerlerinde duramıyorlar:)) Hep bir hareket, not tutma yanındakiyle konuşma falan yani! O ayrı bir araştırma konusu.
Neyse gelen geldi gelen geldi, yer kalmadı sandalyeler toplandı sıkış sıkış oturuldu.
Güzel, akıcı bir belgesel başladı, İmre Azem'in ellerine sağlık.
Kentsel Dönüşüme karşı duruşunu net bir şekilde ortaya koymuş.
Hollanda Altyapı ve Şehircilik Bakanlığı'ndan, BM Habitat temsilcilerinden oluşan bir grup mimarı önce Ankara'nın kentsel dönüşümünü göstermek için bir proje alanına götürüyorlar.
Orada proje sorumlularına gayet mantıklı sorular soruyorlar ve mantıklı cevap alamıyorlar.
Ardından evleri yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olan yerlere gidip mahalle dokusunu inceliyorlar.
Oradaki insanlarla konuşuyorlar. Bakanlık ve TOKİ görevlilerinden daha mantıklı cevaplar veren halk bu durumdan şikayetçi.
Ellerinden zorla, 3-5 kuruşa alınan tek katlı, ferah evlerinin yerine. 30 katlı anlamsız, kibrit kutusu gibi evleri 50-70 bin gibi borçlanma ile onlara kakalıyorlar.
En az 20 kat çıkılıyor. O arazinin yapısının, dokusunun, şehircilik anlayışına uygunluğu göz ardı edilerek.
Hollanda'da bu tarz oluşumların 100 sene önce yapıldığının altı çiziliyor.
Bizim insanımız duyduğu tecrübeden yararlanmaz, okuduğu kitaplardakini o sayfalarda bırakır.
Kendi yapari bozari kırar, deneme yanılma yöntemiyle öğrenmeye çalışır.
Bu sürede çevresindeki dokuya, canlıya zarar verir.
Bu belgesel bunun güzel bir özetiydi.
Kentsel dönüşüm adı altında kafalarına göre konut yapan insancıkların mide bulandırıcı öyküsü.
14 Kasım 2013 Perşembe
Last Vegas
Michael Douglas, Robert De Niro, Morgan Freeman ve Kevin Kline ustalar eğlenceli bir Hollywood filminde biraraya geliyor. Bekarlığa veda partisi için Las Vegas'a giden 4 yaşlı kurt orada hem kendilerini kaybedip hem buluyorlar.
Billy ve Paddy arasındaki kız davası yıllar sonra çözülüyor. Paddy Billy ile gençliğinde aynı kıza aşıktır. Kızdan bir tercih yapmasını isterler. Tercihini Billy'den yana kullanan kız Paddy ile mutlu olacağı gerekçesiyle onunla evlenir. Ona bu kıyağı en yakın arkadaşı Billy yapar. Ancak Paddy bu olayı bilmemektedir. Mutlu mesut yıllarını geçirir ve eşini geçen sene kaybeder. Eve kapanmış, her tarafta ölen eşinin anılarıyla depresif bir hayat yaşarken kendini Vegas'ta bulur.
Billy ise 30 yaşında bir genç kız ile evlenecektir ama orta yaşlı bir şarkıcıya aşık olur. Ne yazık ki Paddy de aynı kadından hoşlanır. Bu sefer Paddy ona kıyak yapacaktır.
Archie ise hastalıklarla boğuşan, oğlunun kontrolünde bir yaşlıdır. Evden kiliseye kapanıyorum diyerek kaçar. Tabii oğlu sonunda onu bulur ve birer içki içerler.
Sam ise karısı tarafından çapkınlık için teşvik edilir. Bir prezervatif ve viagra ile Vegas uçağına bindirilir. Sam gözü dönmüş bir şekilde ben karımı izinli aldatacağım diye kendine av arar. Güzel bir av bulunca da (hala cinsel gücünün olduğunu anlar) sevinerek eşini aldatmaktan vazgeçer. Çünkü yıllardır yaptığı herşeyi karısına anlatmıştır ve bunu anlatamayacağı için kendini kötü hisseder.
Keramet döner yatakta ve Vegas'ın özgür havasındadır.
Yıllarca sakladıkları viskiyi ayrılmadan içerler ancak bozulmuştur:))
Kendileri de zamanı geçmiş ama güzel birer hazinedirler birbirleri için. Yıllarca gözü gibi sakladıkları içki gibi.
Kafa boşaltmak için izlenebilecek bir film gitmek lazım görmek lazım:)
118 99 Ne zaman Emekli Olacaksın? Arabil Reklamı!
Yaşlı teyzelere hitap eden bir reklam.
Evde oturup emekliliğini bekleyen bir teyze telefonla 118 99'u arıyor.
Önce hal hatır soruyor, karşılıklı samimiyet artıyor. Teyze ne zaman emekli olacağını soruyor.
Call center elemanı ise siz geçen sene emekli olmuşsunuz diyor.
Ne mutlu!
Yalnız yaşayan, interneti kullanmayan, sigorta kurumuna gidip sormaya üşenen hedef kitle tavlanmış.
Öğrendiğim üzere kimse sizi arayıp emekli oldunuz gelin maaşınızı bağlayalım demiyormuş.
Evden telefonla öğrenebileceğiniz hayati bir meseleyi konu alan reklam son derece başarılı ve akılda kalıcı.
Özellikle reklam kadın programları arasına yerleştirilerek izleyicinin dikkatini çekmeyi başarıyor.
118 99 Arabil hizmetlerini bu tarz reklamlarla tanıtmaya devam ederek farklı hedef kitlelere ulaşmaya devam ediyor.
13 Kasım 2013 Çarşamba
12 Kasım 2013 Salı
Yaşlı Kamu Spotları-Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
BİZ BÜYÜK BİR
AİLEYİZ
LEYLA DOĞAN EV İÇ/GÜN LEYLA DOĞAN
Leyla Doğan
çalışma masasında çalışır. Bazı notlar alır. Laptopunu açar yazı yazar. Kendine
kahve koyar.
Leyla dış ses: Ben Leyla Doğan…
Gazeteci,
yazarım… Aynı zamanda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın gönül
elçilerinden biriyim.
Fotokopileri-notlarını karıştırır.
Maddi karşılık
beklemeden kadın, çocuk yaşlı, özürlü, gazi ve şehit ailelerinin yaşam
kalitelerini yükseltmek için yapılan çalışmalara katkı sağlıyorum.
Toplumsal girişime
ya da sivil toplum örgütü bünyesindeki etkinliklere destek oluyorum.
Birkaç kitap alır eline sayfaları
çevirir.
Gönül elçisi
olduğum günden beri insanların hayatlarına daha bir merakla baktım.
Ve bunu
araştırmacı gazeteci kimliğimle birleştirerek o insanların hayatlarını fotoğraf
makinemle belgelemek istedim…
Fotoğraf makinesini hazırlar.
Bu bana heyecan veriyordu.
Çalışmalarımı
yaparken Ahmet Aksoy’un adını duydum.
İlerlemiş yaşına
rağmen dimdik hayata karşı duran ve çevresi tarafından sevilen örnek biri
olarak ondan bahsediliyordu.
Çalışma masasını görürüz.
Konuştuğu
zaman etrafına neşe saçan pozitifliğiyle insanları kendine hayran bırakan bu
adamı merak ettim. Açıkçası 75 yaşındaki bu ihtiyar delikanlının enerjisi beni
şaşırttı.
Çantasını alır
ve salondan çıkar.
Çalışma
masasındaki notları, kitapları, bilgisayarı görürüz.
Bugün Ahmet
amcayla görüşmek üzere yola çıkıyorum.
1.
BÖLÜM
YALNIZ YAŞIYORUM
AMA YALNIZ DEĞİLİM
AHMET AKSOY EV İÇ/GÜN LEYLA/AHMET
Leyla Ahmet
Aksoy’un kapısının önündedir. Kapıyı çalar.
Ahmet: Geldim geldim…
Hoş geldin kızım geç buyur.
Leyla: Hoş bulduk
Ahmet Bey Amca…
Ahmet amca
kapıyı güler yüzle açar, Leyla’yı içeri buyur eder.
Leyla
Ahmet amcanın salonuna girer.
Leyla
çantasını çıkarır, fotoğraf makinesini ayarlar.
Leyla Doğan dış ses: Ahmet
amca tam sekiz senedir bu evde yalnız yaşıyor, bugünkü misafiri de benim.
Onunla sohbet edip tecrübelerini dinleyeceğim. Bazı notlar alıp fotoğraflar
çekeceğim.
Not
defterini sehpanın üzerine koyar.
Salonun
duvarlarında eski fotoğraflar vardır.
Ahmet: Çay mı içersin
kahve mi Leyla kızım?
Leyla: Siz ne
içerseniz ondan olsun…
Ahmet: Taze çayım var
ondan getireyim…
Ahmet amca mutfağa gider.
Leyla birkaç kare fotoğraf çeker.
Sehpanın üzerindeki albümlere
bakar.
Leyla Dış ses: Benim için
fotoğraf albümünü bile hazırlamış. Sanırım eski günleri yâd etmek istiyor.
Ahmet amca
çayları getirir servis yapar.
Leyla: Teşekkür ederim.
Ahmet: Rica ederim kızım afiyet olsun.
Oturur.
Yaşantısını ve karısını anlatır.
Ahmet: Sabahları erken
kalkıp kahvaltı ediyorum. Tok karınla içilecek ilaçlarım var. Eşim sağken
kahvaltıyı hazırlar sonra beni uyandırırdı. Şimdi kendim kalkıyorum. Hani
derler ya saat çalmadan açıyorum gözümü…
Çay içerler.
Bir yandan fotoğraflara bakılır.
Leyla: Özlüyorsun
değil mi eşini?
Ahmet: Özlenmez mi can
yoldaşımdı o benim… Güzel kadındı iyiki evlenmişim onunla…
Eşinin duvardaki fotoğrafını
gösterir.
Gülüşürler.
Leyla dış ses: Ahmet amca eşi
Ayşe Hanım’ı sekiz sene önce kaybetmiş. Karısını anlatırken hala onu sevdiğini
sözlerinden ve bakışlarından anlıyorum.
En çok beraber
yaptıkları sabah kahvaltılarını özlüyormuş.
Çocuklarının fotoğrafını
gösterir. Övünerek onları anlatır.
Ahmet: Bak bu kızım Esma bu da oğlum…
Leyla dış ses: Ahmet amcanın
bir kızı ve bir oğlu var ikisi de evlenmiş, çalışıyorlar. İkisiyle de övünüyor.
Leyla ise fotoğraflarına bakıp
notlar alıyor.
Leyla dış ses: Her hafta
çocukları onu ziyarete geliyor ve sık sık bir ihtiyacı olup olmadığını öğrenmek
için arıyorlarmış.
Ahmet amca
kimseye yük olmadan yaşamayı kendine felsefe edinmiş. Hala çarşı, Pazar
alış-verişini kendi yapıyor. Çok güzel yemek yaptığını söylüyor.
Pazardan aldığı meyveleri
gösteriyor.
Yemesi için Leyla’yı teşvik
ediyor.
İkisi meyveleri yiyiyor.
Ahmet: Meyveyi,
sebzeyi pazardan alıyorum taze taze. Bak bu meyvelerden ye biraz.
Leyla: Teşekkür ederim…
Leyla dış ses: Ahmet amca
misafir ağırlamasını biliyor. Yediğim en lezzetli meyveler bunlar.
RÖPORTAJ
Yaşlıların yalnız yaşaması sizce
sağlıklı mıdır?
Yaşlıların
kendilerini yalnız hissetmemeleri önemli, çocukları, komşuları ilgileniyorsa
onlar açısından daha doğru olur.
2.
BÖLÜM
EMEKLİLİK
GÜNLERİMİ YAŞIYORUM
AHMET AKSOY EV İÇ/DIŞ-GÜN LEYLA/AHMET
Balkonda
çiçekleri sulayan Ahmet amca, etrafı düzenler.
Ahmet: Liseyi
bitirdikten sonra bir sınava girdim, memur olmak istiyordum. Bir de baktım kazanmışım hemen çalışmaya
başladım…
Leyla dış ses: Tam kırk sene
belediyede memur olarak çalışmış. İşini çok sevdiğini ve bir gün olsun işe geç
gitmediğini anlatıyor… Kırk senenin ardından emekli olmuş. İlk bir iki ay evde
oturmuş. Aralıksız uzun seneler çalıştıktan sonra bir anda evde oturmak onun
hoşuna gitmemiş. Çalışmadan yaşamak bana göre değil demiş ve kendine yarı
zamanlı bir iş bulmuş.
Evde uğraştığı bir hobisini
gösteriyor.
Balkonun altından geçen
komşularıyla sohbet ediyor.
Leyla bir yandan
notlar alıyor.
Ahmet: Mehmet Bey
nasılsınız? Bu karşıdaki ağacı suladım geçen gün. Aklınızda olsun…
Leyla Dış ses: Gittiği işlerde
hep yeni şeyler öğrenmiş ve bu onu çok mutlu etmiş. İnsanın bir işinin olması
ve ona dört elle sarılması gerektiğini savunuyor.
Ahmet amca
torunlarının fotoğraflarını ve geldiklerinde oynadıkları oyuncakları
gösteriyor.
Leyla Dış ses: Emekli maaşını
aldıktan sonra hep torunlarına küçük hediyeler alıyormuş. Ahmet amca bir yandan
gezmeyi de seviyor. Memleketi Artvin’e altı ayda bir gidip akrabalarını ziyaret
ediyormuş.
Ahmet amca çalan
telefonuna bakıyor. Doktor randevusunu hatırlatan kızına teşekkür ediyor.
Ahmet: Alo, efendim
kızım misafirim var Leyla Hanım… Tamam kızım sağol çıkarız birazdan.
Leyla dış ses: Bugün Ahmet
amcanın doktor randevusu var. Kulaklığında problem olduğunu düşünüyor. Duymada
güçlük çekiyormuş. Doktora beraber gideceğiz.
Evden çıkmadan
Ahmet amca ayakkabılarını parlatıyor. Anahtarlarını alıyor. Gülümseyerek
bayanlara öncelik tanıyor.
RÖPORTAJ
Yaşlıların bağımsız olması nasıl
sağlanır?
İnsan eğer kendi
evinde yaşıyor, iyi kötü kendi parasını kazanıyorsa bağımsız bir yaşam
sürebilir. Yaşlı istediği gibi hareket edecek akıl sağlına sahipse bunun sorun
olacağını düşünmüyorum.
3.
BÖLÜM
SIRA BEKLEMEDEN
MUAYENE
SAĞLIK OCAĞI İÇ/DIŞ-GÜN AHMET/LEYLA/HEMŞİRE/HASTALAR
Ahmet amca ve
Leyla bir sağlık ocağına girerler.
Leyla dış ses: Ahmet amcayla
doktor kontrolü için sağlık ocağına geldik. Kulakları iyi duymadığı için doktor
ona kulaklık vermiş. Ancak bazen duyma sorunu yaşıyor. Kulaklığın bozulduğunu
tahmin ediyor.
Doktorun
kapısının önünde bir sürü insan bekliyor.
Ahmet amca
gelince bir hemşire çıkıp onunla konuşuyor.
Evraklarını
veriyor ona. Hemşire Ahmet amcayı içeri alıyor.
Leyla Dış ses: Altmış beş yaş
üstü vatandaşlarımıza sağlık hizmetlerinde kolaylık sağlanıyor. Ahmet amca da
sıra beklemeden doktor muayenesi için odaya giriyor.
Ahmet amca
dışarı çıkıyor, elinde bir reçete var. Hemşire kapının önüne gelip Ahmet amcaya
açıklama yapıyor. Birkaç kişi Ahmet amcaya hastalığını soruyor. Onlarla sohbet
ediyor.
Leyla Dış ses: Hemşire
yardımcı olmak için reçetede yazanları açıklıyor. Birkaç hasta ise Ahmet amcaya
şikâyetinin ne olduğunu soruyor. O da kulaklarındaki sorunu anlatıyor. Yeni
kulaklığa hemen alıştığını ve çok rahat olduğunu belirtiyor. Beş senedir
kullandığını söyleyip soranlara tavsiye ediyor. Gördüğü ilgiden çok memnun.
Herkes birbirine geçmiş olsun diliyor.
Ahmet amca
gelir.
Ahmet: Kulaklığımdaki
pil bitmek üzereymiş yenisini almam gerekli. Allahtan kulağımda bir sorun yok.
Leyla: Geçmiş olsun.
Leyla dış ses: Ahmet amca
ciddi bir sorunu olmadığına çok seviniyor. İş yerine gitmek üzere sağlık
ocağından çıkıyoruz.
Çıkarlar.
RÖPORTAJ
Yaşlıların bakımında devlet
desteği ne kadar önemlidir?
Yaşlılar
toplumun en önemli bölümünü oluşturur. Saygı gereği bazı imtiyazlar onlara
tanınmalıdır. Yasal ve sosyal haklara sahip olmalıdırlar. Bazı kurumlarda
öncelikli olmaları gerekir. Böylece onlara olan borcumuzu ödeyebiliriz.
4.BÖLÜM
İŞLEYEN DEMİR
IŞILDAR
CADDE/DÜKKAN İÇ/DIŞ-GÜN Ahmet/Leyla/Dükkan
sahibi/Çaycı/Müşteri
Ahmet amcanın işine gitmek üzere
caddede yürüyoruz.
Leyla dış ses: Ahmet Aksoy işe
gidip gelmek için bu caddeden her gün geçiyor. Yolların geniş ve rahat olması
çok hoşuna gidiyormuş.
Leyla ile sohbet ediyor.
Çiçekleri koklar.
Leyla dış ses: Etraftaki çiçek
kokularını koklayıp baharın tadını çıkarıyor.
Ahmet: Bak bu kafede
her gün oturup bir kahve içiyorum bazen yeni insanlarla tanışıyorum. Baksana
bisiklete bir tane almak sürmek istiyorum ama artık çok zor.
Yoldan geçen bir
bisikletliyi gösteriyor. Çocuklar gibi seviniyor. İş yerinin önüne gelince
kapıda duruyor. Anlatıyor ve Leyla onun kapıda bir fotoğrafını çekiyor.
Leyla dış ses: Ahmet amca tam
3 senedir aynı yerde çalışıyor. Kapının önünde gururla poz veriyor.
Dükkan sahibi: Buyurun hoş
geldiniz.
Leyla: Hoş bulduk.
Ahmet: Hoş bulduk
patron.
Dükkan sahibi: Dükkan senin
Ahmet abi.
Selamlaşır, gülüşürler.
Leyla dış ses: Ahmet amca
hemen tezgahın arkasına geçip, perdelik kumaşları gösteriyor. Dükkanın yarısı
gerçekten onun galiba.
İçeri girerler
Ahmet amca tezgahın arkasına geçer perdeleri gösterir. Çaycı çocuğa sesleniyor.
Kapının önündeki çocuğa siparişi veriyor.
Ahmet: Bize üç çay
oğlum.
Çaycı: Tamamdır Ahmet
abi.
Kumaşları açarak anlatıyor.
Leyla dış ses: Raftaki kumaş
toplarını hevesle kucaklayıp tezgahın üzerine koyuyor. Eskiden hangi perdeler
kullanılıyordu şimdiki gençlik ne tarz kullanıyor onu açıklıyor.
Eline aldığı kumaşlara bakarak
konuşur. Leyla ise fotoğraf çeker bazen perdelere dokunur.
Leyla Dış ses: Gazete
desenlerini kullanarak üretilen kumaşlar önceleri ilgisini çok çekmiş. Pek
beğenmiyormuş ancak zamanla en çok onları sever olmuş.
Ahmet: Otur perde oku,
gazete baskılı baksana.
Gazete desenli bir güneşlik alır.
Ve gülerek anlatır. Herkes güler. Leyla perdenin fotoğrafını çeker.
Leyla dış ses: Müşterilerinin
genellikle yeni evlenenler ya da eski perdelerinden sıkılmış ev hanımları
olduğunu anlatıyor. Bir evin en önemli öğesinin perde olduğunu savunuyor.
Çaycı geliyor sohbet ediyorlar.
Çayları dağıtır, Ahmet amcayla şakalaşırlar. Gülüşürler.
Çaycı: Çaylarınız
geldi!
Ahmet: Biz çay
istemedik ki.
Çaycı: Tabii Ahmet
amca öyledir. Afiyet olsun.
Ahmet: Sağolasın.
Dükkan sahibi
Ahmet amcayı över. Leyla ile çay içerler.
Leyla dış ses: İş yeri sahibi
Ahmet amcanın çalışmasından çok memnun olduğunu dükkana onu gönül rahatlığıyla
emanet edebildiğini söylüyor. Biz çaylarımızı içerken gelen müşteriyle
ilgileniyor.
İçeri bir müşteri gelir.
Ahmet: Hoş geldiniz.
Müşteri: Hoş bulduk,
açık renk güneşlik bakmıştım ben.
Ahmet: Beyaz mı krem
rengi mi olsun?
Ahmet
amca notlar alarak perdeyi ölçer. Ahmet amca satış yapar. Leyla Ahmet amcayı
satış yaparken fotoğraflar.
Leyla dış ses: Ahmet amcayı
çalışırken görüntülemek benim için büyük bir şans. Gerçekten bu dükkanda ona ve
güler yüzüne ihtiyaç var.
RÖPORTAJ
İnsan kaç yaşına kadar çalışmalıdır?
İnsan ölene
kadar da çalışabilir. Eğer sağlıklıysa eli ayağı tutuyorsa toplumdan kopmaması
gerekir. Ekonomiye katkıda bulunmak ve ilgi, yeteneklere göre faaliyet
göstermek kişiyi daha mutlu eder.
5. BÖLÜM
PARK YÜRÜYÜŞLERİ
ZİNDE TUTAR
PARK DIŞ/GÜN LEYLA/AHMET
Parkta Leyla ve
Ahmet amca yürür.
Leyla dış ses: Ahmet amcanın
en çok vakit geçirdiği parktayız. En sevdiği şey burada yürümekmiş. Yağmur
çamur dinlemem günlük yürüyüşümü yaparım diyor. Yazın çok sıcaklarda güneş
batınca geliyormuş.
Ahmet amca bir
arkadaşını görür selamlaşırlar, ona gazete verir. Leyla Ahmet amcanın
fotoğraflarını çeker.
Leyla dış ses: Parkta edindiği
dostluklardan bahsediyor. Farklı görüşlerden insanlarla da arkadaş olabildiğini
herkesin mutlaka bir ortak noktası olduğunu söylüyor.
Ahmet: Bizim
Artvinlilerin kurduğu bir dernek var buraya yakın. Ara sıra oradaki
faaliyetlere gidiyorum, hemşerileriyle görüşüp konuşuyorum.
Ahmet amca oturur gazete okur.
Parkta çocuklar koşup oynar,
salıncakta sallanır.
Leyla dış ses: Gazetedeki
haberlerin kimisine üzülüyor kimisine ise seviniyor. Parktaki en güzel şeyin
çocuk sesleri olduğunu düşünüyor. Bazen gözlerini kapatıp onları dinliyormuş… Ördeklerin karnını doyurmayı çok eğlenceli buluyor.
Ahmet: Baksana Leyla
kızım, karnım aç diyemez ki bunlar dilleri yok ki konuşsunlar. Sıcak ayrı dert
soğuk ayrı dert onlar için.
Ördeklere ekmek
verir. Leyla fotoğraf çeker.
RÖPORTAJ
Yaşlıların sosyal yaşantısı nasıldır?
Yaşlıları
çoğunlukla parklarda görürüz. Çünkü onlar temiz havaya ve sosyalleşebilecekleri
mekanlara ihtiyaç duyarlar. Onlar için bazı dernekler ve kurumlar organizasyon
düzenleyebilirler. Bu da onların toplumdan kopmamalarını sağlar.
6. BÖLÜM
ARKADAŞ ZİYARETİ
HUZUREVİ DIŞ/GÜN LEYLA/AHMET/RASİM
İSTANBUL GÖZTEPE
SEMİHA ŞAKİR HUZUREVİ YAŞLI BAKIM VE REHABİLİTASYON MERKEZİ
Ahmet amca ve
Leyla huzurevinin bahçesinde gezinirler.
Leyla Dış ses: Göztepe Semiha
Şakir Huzurevi’ndeyiz. Yaşamlarını kendi başına sürdüremeyen ve bakıma ihtiyacı
olan yaşlı vatandaşlarımız burada yaşıyor. Huzurevi; kaliteli bir ortamda yaşlıların ruhsal,
fiziksel ve zihinsel gelişimlerini sağlıyorlar. Buraya geliş sebebimiz ise
Ahmet amcanın bir arkadaşını ziyaret edeceğiz.
Görevliler
hastalarla ilgilenir. Birkaç yaşlı bahçede oturur sohbet eder. Ahmet amcanın
arkadaşı Rasim gelir. Ahmet ile selamlaşırlar, Leyla fotoğraflarını çeker.
Rasim: Hoş geldiniz.
Ahmet: Hoş bulduk
Rasim nasılsın?
Rasim: İyiyim sağol
sen nasılsın?
Ahmet: Nasıl olayım
aynı iş güç devam. Bak sana ne getirdim.
Rasim: Aa bugün
aklımdan geçiyordu.
Ahmet
amca ona yanında getirdiği bulmacaları veriyor.
Leyla dış ses: Rasim amca iki
senedir burada yaşıyor. Önceleri kendi başına yaşamak istese de ne sağlığı ne
de maddi durumu buna elverişli değilmiş. Gerekli evrakları hazırlayıp
çağırılmayı beklemiş.
İki arkadaş bir
banka oturuyor sohbet ediyorlar. Bir tekerlekli sandalyede hasta uzakta
oturuyor.
Rasim: Ben yıllardır
kirada oturuyordum. Elden ayaktan düşünce çalışamadım kirayı ödeyemez oldum.
Bir de sağlık sorunlarım çıktı. Bir akrabam önerdi burayı. Geldim konuşmaya,
aklıma da yattı. Sonra kıyafetlerimi alıp geldim. İyi insanlar var, hemşireler
her şeyimizle ilgileniyor.
Ahmet: Olsun iyi oldu.
Rehabilite
edilen hastalar gezinir.
Leyla dış ses: Burası aynı
zamanda bedensel ve zihinsel gerilemeleri nedeniyle özel ilgi, desteğe ve
korunmaya muhtaç altmış yaş üstü vatandaşlarımız için bir rehabilitasyon
merkezidir.
RÖPORTAJ
Kimler Huzurevine gidebilir?
Kimsesi olmayan
altmış yaş üstü kişiler gidebilir. Sosyal ve ekonomik yönden yoksunluk içinde
olup, korunmaya, bakıma ve yardıma muhtaç kişiler huzurevinde kalabilirler.
7. BÖLÜM
HEP BERABER
UMUTLAR YEŞERİR
HUZUREVİ DIŞ/GÜN LEYLA/AHMET/RASİM
Huzurevinin
içini geziyoruz. Rasim amca faaliyetlerinden bahsediyor.
Leyla dış ses: Huzurevindeki
yaşlı ve bakıma muhtaç vatandaşlarımız aynı zamanda birbirlerinin en büyük
destekçisi. Burası artık onların evi olduğu için herkes birbiriyle akraba gibi
olmuş. “Biz büyük bir aileyiz” …
Herkes
birbiriyle selamlaşıp konuşuyor. Leyla notlar almaya devam ediyor. Büyük bir
salonda insanlar bir yandan sohbet ediyor bir yandan televizyondaki yarışma
programı izliyor.
Ahmet: Sen benden çok
bulmaca çözüyorsun.
Rasim: En sevdiğim şey
bulmaca çözmek ve televizyondaki bilgi yarışmalarını izlemek. Yarışmacıdan önce
ben bileyim diye heyecanlanıyorum bazen. Alzheimer hastalığına yakalanmayayım
diye doktor bunu önerdi.
Leyla dış ses: Rasim amca
bazen öğrencilerin gelip onlarla sohbet ettiğini anlatıyor. Kimisi kameraya
çekip anılarından söz ettirerek sözlü tarih çalışmaları yaptığını söylüyor.
Ortalıkta bir
hareketlenme oluyor. Hemşireler hastaları gezdirip onlarla ilgileniyorlar.
Leyla dış ses: Bu iki insanın
en büyük dilekleri gelecek kuşaklara yaşadıkları tecrübeleri aktarabilmek.
Rasim amca kendi aralarında koro kurduklarını ve geçen ay konser verdiklerini
anlatıyor. Bizi gelecek ay doğum gününe çağırıyor. Hediye istemiyorum siz gelin
yeter diyor.
RÖPORTAJ
Yaşlılar genç kuşaklarla ortada
nasıl buluşabilir?
Yaşlıların
gençlerle hem fikir olacağı konular muhakkak vardır. Özellikle tecrübe sahibi
yaşlılar bunları gençlere aktararak yol gösterici olabilir. Gelişen
teknolojiyle yazı, video, fotoğraf ile ölümsüz hale gelebilir.
LEYLA DOĞAN EV İÇ/GÜN LEYLA
Leyla eve gelmiştir çantasını
boşaltır.
Fotoğraf makinesini kontrol eder.
Leyla dış ses: Bugün gönül
elçisi olarak Ahmet Aksoy’un bir gününe tanıklık ettim. Onunla evinde çay içip
eski fotoğraflara bakarak geçmişi hatırladık… Beslenme ve barınma gibi temel
gereksinimleri kendisinin karşılıyor olması takdire şayandı. Ardından doktorla
olan randevusunda bende ona eşlik ettim, sıra beklemeden hızlıca muayene oldu.
Leyla
yazdıklarını düzenler. Bir yandan da not defterindekileri renkli kalemle çizer.
Leyla Dış ses: Ve beni
çalıştığı perdeciye götürdü. O yaşta çalışmaktan ve üretime katkıda bulunmaktan
dolayı ne kadar mutlu olduğunu gördüm. Günlük yürüyüşünü parkta yapan Ahmet
amcaya bende katıldım. Çocuk seslerini dinleyerek ördeklerin karnını doyurduk…
Arkadaşı Rasim amcayı Huzurevinde ziyaret ettik ve oradaki yaşamı üzerine bazı
bilgiler aldık. Doğum gününde orada tekrar buluşmak üzere sözleştik…
Bilgisayarını
kapar. Çektiği fotoğraflara bakar. Masa başındaki işlerle ilgilenir.
Leyla dış ses: Ahmet Aksoy ile
tanıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ondan çok şey öğrendim.
Yeni insanlarla
tanışmaya ve onların hayatını belgelemeye devam edeceğim.
Sizde Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın vermiş olduğu kurumsal hizmetlere ve
çalışmalara katkı sağlayarak gönül elçisi olabilir toplumun kalkınmasına katkı
sağlayabilirsiniz…
Bakanlık logosu
görünür. İletişim bilgileri verilir.
Evrim ÖZSOY
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Sanat Koleksiyonu Olan Zengin Bir Adamın Öyküsü-7
God of Art- Sanat Tanrısı 7. ARTEMİS Sabah uyandıklarında Artemis pek bir şey hatırlamamaktaydı. Yatakta yalnızdı. Aklında tek kalan p...
-
Kim ölür kim kalır meselesi... İzlemeden okumayalım lüften. 4. Sezon 8. bölümün sonunda herkes hapishaneden dışarı savrulmuştu. Gö...
-
God of Art- Sanat Tanrısı ARTEMİS Artemis kocaman bir sanat kitabındaki fotoğrafa bakıyordu. Bu fotoğraf Sistin Şapelindeki “A...
-
Young Hee, Güney Kore'de ünlü bir aktristir. Yönetmenle yaşadığı bir ilişki sonucunda kalbi çok kırılır. Çünkü adam evlidir. Hamburg...