30 Aralık 2015 Çarşamba

London Spy


BBC kanalında yeni bir mini dizi başladı. Drama konusunda usta olan İngilizler bu sefer iki erkeğin aşkını anlatıyor. Daha doğrusu romantik Danny, çaresiz bir gecenin sabahında köprü üstünde koşan bir adam görür. Ona yardım eden ve gözyaşını silen Alex'tir. Danny ondan çok etkilenir ve tekrar karşılaşmak için onu köprü çevresinde beklemeye başlar. 
Nihayet ikisi karşılaşırlar ve arkadaşlığa başlarlar. Ancak Alex çok çekingen ve soğuktur. Danny ise bir o kadar samimi ve sıcakkanlı... Alex yaptığı işi ondan gizler. Çünkü kimse "Ben ajanım" diye ortalarda gezinmez! İlişkileri tam 8 ay boyunca devam eder. Alex kendinde olmayan bir şeyleri farketmiştir. Danny ise aşkı bulduğu için çok mutludur.
İkili tam bir tatile gidecekken Alex ortadan kaybolur. Yani Danny ile iletişime geçmez. Danny'nin akıl hocası sayılan eski arkadaşı, yaşlı Scottie ise sevgilisini unutmasını söyler. Ona göre Danny yine terkedilmiştir. Danny çalışırken iş yerine Alex'in evinin anahtarları gönderilir. Önce anlam veremese de kendini Alex'in evinde bulur. Yaşadığı katta her şey normalmiş gibi görünse de çatı katı Danny için şoke edicidir.
Sado-mazo ilişkinin mekanı olan katta çeşitli kemerler, kırbaçlar ve maskeler vardır. Danny hepsini inceler hatta uyuşturucu bile bulur. Tahmin edemeyeceği bir şekilde büyük valizi açar. İçinde bir ceset vardır. Hemen polisi arayan Danny önce masum gibi görünse de bir süre sonra cinayetten suçlanacaktır. Çünkü "onlar" çok güçlülerdir ve en ince hesapları bile düşünmüşlerdir.
Danny aşık olduğu adamın öldürüldüğünü savunur ve bunu ispatlamak için her şeyi göze alır. Ve amansız bir mücadeleye girişir. Alex'in garip ailesi onunla iletişime geçer. Gazetecilere gidip gerçeği anlatır. Ve tehditler almaya başlar. Olayı fazla kurcalamaması gerekmektedir. Danny kaybedeceğini düşünse bile savaşmaya kararlıdır. Elindeki tek şey Alex'in evinden aldığı bir şifredir.
İyi seyirler:))


27 Aralık 2015 Pazar

Star Wars - The Force Awakens


Star Wars hayranlarının heyecanla beklediği film "Güç Uyanıyor" sinemalarda...
İlk hafta bilet bulunmasa da ikinci hafta hemen hemen salonlar boş gibi. Özellikle havanın hafta sonu güneşli olması sinema izleyicisinin sayısını azaltıyor. Yine de Star Wars'u 552.000'e yakın kişi izlemiş.
Bu filme katılan yeni karakterler üstüne odaklanılmış. Karanlık Taraf'taki bir asker, başka bir gezegende zulüm edilirken o içindeki aydınlığı keşfediyor ve üste hapsedilen Poe'yu kurtarıyor. Poe ise Kylo tarafından gizli haritanın yerini öğrenmek için kaçırılmıştı. İkisi kendilerini Rey'ın gezegeninde buluyorlar. Rey ise karnını doyurmak için hurdacılık yapan bir kız. Yalnız, ancak anne ve babası bir gün gelip onu bulacak. 
Bir de BB-8 var. Harita onda gizli ve bir robot olan BB-8'in güvenli bir şekilde Prenses Leia'ya götürülmesi gerekiyor. Bu görev henüz yeni tanışan Rey ve Finn'e kalıyor. Bundan sonrası tam bir macera ve soluksuz izlenecek bir film ortaya çıkarıyor.
İyi seyirler:())

25 Aralık 2015 Cuma

Emek Sineması'na Giderken - 2


İki hafta öncesinden alınmış biletler geliyor sıra.”Okul Yıllarım” yönetmen Lars Von Trier’in okul yıllarını anlatıyor. Biz sinema öğrencileri filmden o kadar zevk alıyoruz ki sormayın. Erik Nietzsche ile kendimizi özdeşleştiriyoruz. Film çekmek istediğimizi bir kez daha anlıyoruz.
Nietzsche’nin Danimarka Ulusal Film Okulu’na girme sonra da okuldan atılmama çabasını alkışlıyoruz. Kendi fikirlerini sonuna kadar savunan sinema yapabilmek için okulun bütçesini zorlayan hevesli yönetmen adayı. Yönettiği filmlerden bazıları “Dalgaları Aşmak”, “Karanlıkta Dans”, “Dogville”, “Manderlay”. Filmin son sahnesinde özellikle yükseklik korkusu olan oyuncuyu ikna ederek vinç ile ağaçların tepesine yükseliyor.Yükselmeyi de hak ediyor, fazlasıyla.
16 Nisan sabahı 10’da hızla evden çıkıyorum. Atlas sinemasının koltuğuna Hintli Tarsem Singh’in filmi olan “Düşüş”ü izlemek için kuruluyorum. Hastanede yatan küçük kızın genç oyuncu ile olan sıra dışı aşk hikayesini anlatıyor. Sakat kalan bu genç adam kıza bir öykü anlatmaya başlar. İngilizce bilen minik kız hevesle her gün onu dinlemeye gider. Anlatılan öyküde maskeli bir kabadayı, Afrikalı kaçak bir köle, Hintli bir mistik, İtalyan bir anarşist ve bir doğabilimci, ıssız bir adaya sürgün edilmişlerdir. Ve intikam yemini etmişlerdir. Günden güne heyecanı artar öykünün devamı için genç oyuncu kızdan bir takım ilaçlar bulmasını ister. Ne olacağından habersiz kız bir şekilde ilaçları bulur ancak öykünün bitmesi gerekir. Ama kötü son istemez minik kız. Güçsüzüm ben der genç adam. Bu masalda herkes ölmeli. Bütün Atlas sineması izleyicilerinin gözlerinden o gün bolca yaş gelir. Kız sonunda ikna eder. Taburcu olurlar genç adam film çekmeye devam eder, kız da elma toplamaya. Gözlerimizin (masalın canlandırıldığı sahneler özellikle) bayram ettiği bu film bana göre festivalin en iyi filmi. Ben X’in de yeri ayrı tabii.
Hemen kapanmak üzere olduğu söylentisi çıkan Beyoğlu sinemasına gidiyorum. Bir İtalyan filmi izleyeceğim “Düşünme”. Çıkışta yine konuşacağız “İtalyanlar bize ne kadar benziyor”. Punk rock yıldızı Stefano eksilen yaşamını tamamlamak için ailesinin yanına kısa süreliğine döner. Ancak sadece onun yaşamında eksiklikler yoktur. Özellikle tombiş abisinin yardıma ihtiyacı vardır. Babandan kalan fabrika kapanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eşinden ayrılmak üzere olan abi teselliyi aşık olduğu fahişede arar. Lezbiyen olduğu sanılan yunus bakıcısı kız kardeş ise aşkını sessiz bir şekilde yaşamaktadır. Özellikle Şaman seminerlerine giden annesinin içinde artık saklayamayacağı bazı bilgiler vardır. Bu da Stefano’yu şoka sokmaya yeter. Filmde sürekli gülümseme halindeyiz (kahkaha atmadığımız zamanlarda). Helal olsun Gianni Zanasi diyorum. Çünkü insanları her yönleriyle gösterebilen film çekebilecek kadar cesur. Darısı bizim başımıza.Günün son seansında “Honeydripper Kulübü”ne uğruyoruz. Siyahların mücadelesini sonuna kadar destekliyoruz.
(Bu arada şiddetle sınavlarım devam ediyor.)
Stanislaw Mucha’ın “Umut” filmine gidiyoruz. Diğer arkadaşlar “Aşk Şarkıları”nda ben hiç de pişman değilim. Bu genç adamın idealist mi deli mi olduğuna karar veriyorum, deli.


"Düşüş"

Umut, Kieslowski ile birlikte “Renkler” üçlemesinin senaryosuna imza atan Krzysztof Piesiewicz’in “İnanç, Umut ve Aşk” adlı son üçlemesinin bir parçası. Devamını bekliyoruz.
Cuma hayırlı gündür diyoruz ve “Striptiz Hikayeleri” ile güne başlıyoruz. Manhattan’da bir bina var, içinde bir klüp var (yaşlı bir mülk sahibi de var), burada çalışan güzel kızlar var. Para sıkıntısı içindeki patron hala hayal kurmaya devam eder. Kızlar da striptiz grevine gider. Bu kızların da başka yetenekleri vardır (bale yapmak, şarkı söylemek gibi) kabare kültürüne de akşamları devam ederler. Kazandığı loto kağıdını kaybeden patron hala rahattır. Ve sonunda herkes mutludur. Az ışıkla çekilen bir film, ışık sanırım kızların içinde. “Kristof Kolomb’un Gizemi”nde sadece Portekiz anılarım canlandı. Cumartesi sabahı o güzel uykumdan fedakarlık edip “Ben X” e gidiyorum. Yine gözyaşı ve kurtarılması gereken bir hayat. Gerçek bir olaydan yola çıkılarak çekilmiş Belçika filmi 90 dakika. Bir bilgisayar oyunu olan ArchLord ile vakit geçiren Ben diğer çocuklardan biraz farklıdır. Normal hayata uyum sağlayabilmesinde bu oyunun yardımı olur. Onu rahat bırakmayan normal! çocuklar yüzünden Ben intihar etmeye karar verir. Ailesinde yardım ister. Annesinin dediği gibi “İlla birisinin ölmesi gerekir”. Çevrenin, medyanın duyarsızlığına bir meydan okumadır bu. Ben’in dışlanması demek onun ölmesini istemekler eşdeğerdir. Ancak o yine mücadeleye devam eder. Şaşırtıcı bir sonla film biter. Bakakalırız. Çat-pat İngilizce konuşan sevimli başrol oyucusu Greg Timmermans’dan filmin öyküsünü dinleriz. Dileriz kimseler ölmesin bu yolda. “Darling”in sabrına da hayran kaldıktan sonra enerjimi Pazar gününe saklıyorum. “Cam Dudaklar” MoMA’da ve Venedik Bienali’nde gösterilen ve otuz üç kısa videodan oluşan benzersiz derleme Blood of a Poet / Bir Şairin Kanı’ndan yola çıkılarak oluşturulan bir uzun metrajlı film. Akıl hastanesinde kalan şairin yaşadığı travmatik olayları hatırlamasını konu alıyor. Ve diğer önemli bir Güney Kore filmi “Çocuk Yönetmen”. 87 dakikalık film, 2007 yılında tamamlanmış. Kaybettiği babasının çizdiği resimleri yıkmak isteyen belediyeye karşı savaş açan minik yönetmen Seul’e gider. Amaç kamerasına film almaktır. Ve arkadaşının Rus annesini bulacağına söz verir. Köpeğiyle çıktığı yolculuğu köpeksiz tamamlar ve yıkılmış bir evi de karşısında bulur. Bu güzel çocuğu üzmek kimsenin hakkı değil, kendilerini lanetle kınıyorum. Woo-Yeol Lee’nin de ellerine sağlık.

Festivalimizi bol ödüllü Tunus filmi “Balıklı Bulgur” ile kapatıyorum. 35 sene tersanede çalışan Süleyman işten çıkarılır. Eve sadece balık getirebilen bu ezik adamın ilk evliliğinden dört çocuğu ve sevgilisinin de bir kızı vardır. Eski karısıyla arası pek iyi değildir. Otel sahibi güzel sevgilisi ise Süleyman’ın aktif bir insan olmasını onu ailesine kabul ettirmesini ister. Harekete geçip para kazanma zamanı gelmiştir. Eski bir tekne alınır ve akıllı üvey kızının yardımıyla balıklı bulgur işine girişilir. Son dakika golü ile bulgur kaybedilir. Ve Süleyman yollarda bulgur arar, üvey kız dansöz olup müşteriyi oyalar ve genç sevgili bulgur yapar. Bir şekilde herkes işler düzelsin ister, ancak kader denen şeye de arada inanmak lazım. Bu değişik yapım yine festivalin en iyilerinden. Başka film izlemeye enerjim ve zamanım kalmadı sanırım. Her seans sonunda bir bilet daha alayım demek çok güzeldi. Seneye kadar beklememiz gerekecek.


Emek Sineması'na Giderken...

Tarih 8 Nisan 2008. Günlerden Salı. 
27. Uluslararası Film Festivali’nin 4 . günü.
Ve ben hala festivale uğramamışım. Çok şansızım sanırım, çakışan vize sınavlarım bir yanda gitmek istediğim filmler diğer yanda. Yaklaşık 1 hafta önceden kitapçığımı almış ve 7 film seçmiştim. En azından diğerlerine  bilet bulamasam da ikinci haftam garanti diyorum. Zorlu  bir sınav çıkışı Taksim'deyim. Emek sinemasının gişesine “Güneşli Kent” (Milyang)e bir bilet” diyorum. İçeri girip koltuğumu buluyorum. Yanına oturduğum beyefendi bana soruyor “Recep İvedik filmi değil mi bacım?” Biletine bakıyorum, kendisine festival filmine geldiğini söylüyorum ve “Daha güzeldir emin olun” diyorum. Çekmeye başladığı tespihini yan koltuktaki kadının yardımıyla elinden bıraktırıyoruz.
“Milyang” Güney Kore’de bulunan bir kent aynı zamanda. Kore’nin 2008 Oscar adayı  olan filmin yönetmeni Lee Chang-Dong. 142 dakika olan filmde kocasını kaybettikten sonra oğluyla birlikte onun kentine yaşamaya giden Shin-ae’nin dramını anlatılıyor. Seul’den gelip mahalle yaşamına adapte olmaya çalışırken oğlunun kaçırılmasıyla alt-üst olan anne çözüm yolunu dinde buluyor. Ancak kısa bir süreliğine. Çevresinde dolanan araba tamircisi  Jong Chan’ın da onun için hiç anlamı yok. İçinde biriken acıları komşularıyla toplanıp dua etmekle aşacağını düşünen anne sonunda yanıldığını anlıyor. Boğazınızda bir yumrukla filmi izliyorsunuz. Ben fazla dayanamıyorum, mendiller sırılsıklam. Arada gülsek de “Güneşli Kent”i izledikten sonra bazı şeyler sorgulamaya başlıyorsunuz. Başka filme gerek yok artık diyorum. Recep İvedik’i izleyemeyen adam ise halinden gayet memnun. Eve gitme düşünme zamanı.                                

           
                                                           “Güneşli Kent” 2007 Güney Kore

Çarşamba gününün incilerinden “Utanç”. Son anda buluğumuz biletle Fitaş’a koşuyoruz. Rahat koltuklarda içimizi rahatlatamayacak filmi izlemeye başlıyoruz. Hana Makhmalbaf’ın ilk uzun metrajlı filmi. Yönetmen İranlı ve 1988 doğumlu ve kadın. Okula gitmek isteyen Baktay’ın bir günde başına gelenleri konu alan film 84 dakika. Oyuncuların çoğu amatör ve çocuk. En zorudur çocuk oyuncuyla çalışmak genç yönetmen de alnının akıyla çıkıyor bu işten. Bir defter bir kalem alabilmek ne kadar zor Baktay’ın kentinde. Yumurta satıp defter alacak parayı kazanmaya çalışıyor. Komşunun okula giden oğlu Abbas ona birkaç sözcük ve komik öykü anlatıyor. Abbas’ın peşine takılıp bir şeyler öğrenebileceği bir okul arıyor Afganistan dağlarında... Bamyan’da teröristçilik oynayan çocukların eline düşüyor. Güç bela aldığı defterinin sayfaları savaş uçağı oluyor, annesinin kalem yerine kullanmak istediği ruju da recm cezasının nedeni. İzleyici tedirgin, çocuklar Baktay’a zarar verecek mi? Bir grup küçük çocuk bu kadar şiddet dolu olabilir mi? Olamaz, olmamalı da. Çocuk dediğin oyun oynar, okula gider, büyümek ister ve en önemlisi çocuk barış ister. Zar zor ellerinden kurtulsa da gittiği okullar minik kızı kabul etmez. Abbasla eve dönerken kötü çocuklar yollarını keser ve teslim olmasını yani ölmesini isterler. Ellerindeki dal parçalarını ateşlerler ve Baktay ölmek istemez. ”Ben savaş oyununu sevmedim, oynamak istemiyorum.” Abbas kurtulması için bağırır.”Bu bir oyun ölmezsen özgür olamazsın, Öl Baktay!” Minik kız kendini tarlaya bırakır. Ve Buda heykeli şiddetli bir patlamayla yıkılır. Beklenmeyen bir son sahne. Acaba son mu? Bol ödüllü filmle savaş oyunu oynamak istemediğimizi bir kez daha anlıyoruz.

                                                     Utanç 2007 İran 

Filmin adı “Karoy”. Kazakistan yapımı, 95 dakika. Yönetmeni Zhanna Issabayeva. Bir adam ne kadar zayıf ne kadar güçsüz olabilir ve ne kadar yalancı, ahlaksız... Böyle insanlar vardır çevremizde ancak bunu konu alan bir film çekmek kaç kişinin aklına gelir ki? Azat hakkındaki bu dramatik komedi sayesinde hem gülüyoruz Azat’a hem küfür ediyoruz içimizden. Nasıl bir insansın sen ya, hırsızsın, dolandırıcısın, yalancısın üstüne bir de tecavüzcüsün. Katil de mi olacaksın yoksa? On parmağında on marifet! Her zaman dönüşün vardır Azat. Ancak senin tercihin nedir?
Cumayı “İkiye Bölünen Kız” ile kapatıyorum. Memnuniyetsizlikle. 115 dakika fazla sanırım iki aşk arasında kalmış bir kızı anlatmaya.Yine 2007 yapımı olan film Fransa - Almanya ortak yapımı. Genç, güzel bir hava durumu sunucusu. Aşık olduğu yaşlı ise alıntılar sayesinde yazarlık yapan bir adam.Ve kıza aşık olan zengin, şımarık bir çocuk. Bu aşk üçgeni tehlike arz ediyor. Fransız soğukkanlılığı beni yine şaşırtıyor.

Cumartesi arkadaşın zoruyla Marc Caro söyleşisine gidiyorum. Tasarımcı ve çizer olan yönetmen “Benim filmlerimi ya çok severler ya da nefret ederler” diyor. Ben seveceğimi tahmin edip Dante 01’e bilet alıyorum ama nafile. Tek ilgimi çeken sesin verdiği gerekli rahatsızlıklar ve kurgusu. Kendimi bir sonraki seansa saklıyorum “Denizanası”. Yine ödüllü bir film. İsrail-Fransa ortak yapımı olan film Tel-Aviv’de geçiyor. Yeni sevgilisinden ayrılmış beceriksiz garson kız Batya, güzel, kırık bacaklı ve kıskanç gelin Keren, Filipinli hasta bakıcı Joy ve çevrelerindeki insanların hayatları. Temelde yine sevgi var, anlıyoruz. Farklı hayatlardaki ilginç anlar gözetlenmeyi bekliyor.



20 Aralık 2015 Pazar

FARGO Season 2


Aslında her şey Gerhardtların işe yaramaz oğlu Rye'ın başını belaya sokmasıyla başlıyor. Daktilo satma işindeki arkadaşına yardım etme uğruna bir savcıyı öldürüyor, o da yetmiyormuş gibi barda çalışan diğer 2 kişiyi de vuruyor. Şehir dışındaki bu yerde yaralı olarak kaçmaya çalışırken oradan tesadüfen geçen Peggy ona çarpıyor. Ve farkında olmadan yaralı bir halde Rye'ı eve getiriyor. Hiçbir şey olmamış gibi yemek yapıyor, kocasıyla yemek yiyor. Garajdan gelen sesi farkeden Ed ise evde bir adam görünce afallıyor. Kim olduğunu ne olduğunu anlamadan manik haldeki adamı öldürmek zorunda kalıyor. Bir nevi nefsi müdafaa!
Lou ise şehrin sağlam polislerinden. Kayınpederi de polis, karısı kanser hastalığıyla boğuşuyor ve televizyon karşısında kendini kaybeden küçük bir kızı var. Üç kişinin öldürülmesi olayını çözmeye çalışıyor. Bir yandan da Fargo'nun adamlarını şehre gönderdiği kulağına çalınıyor. Lou hangi biriyle uğraşsın? Arkadaşı kasap Ed ve karısı Peggy'den asla şüphelenmiyor. Yine de kahraman olma yolunda yavaş yavaş ilerliyor.
Gerhardtlar Alman kökenli. Evde sürekli Şinitzel ve Apple Strudel! pişiyor. Baba Otto Gerhardt'a felç gelince yönetimin 3 kardeşten birine geçmesi isteniyor, aile arasında. Ancak anne Floyd hala hayatta olduğu için deli bozuk çocuklarına güvenemiyor. Ve mafya savaşında kazanmak için söz hakkını kimseye bırakmıyor. Kayıp olan Rye'ı Fargo'nun adamlarının öldürmüş olabileceği akla geliyor. Rye nerede diye onu tanıyan herkes araştırmaya başlıyor. 
Mike Milligan ve acımasız kasap kardeşler Gerhartları bitirmek için yola çıkıyor. Bu Mike için sandığı kadar kolay olmayacaktır. İşin sonundaki motivasyonunu bilse belki de kendini hiç yormayacaktır. Gerhardt kardeşler iktidarı bölüşmeye çalışıyor. Önemli olan Rye'ı bulmak değil. Sadece kızılderili Rye'ın izini sürüyor ve kendini kasap Ed'in evinde buluyor. Ed'in isteği çocuk sahibi olabilmek ve biriktirdiği para ile çalıştığı kasap dükkanını satın almak. Aslında sıradan insan için çok fazla şey istemiyor. Ancak yarı deli karısı Peggy'nin eve getirdiği adamı öldürdüğü için hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlıyor. 
En sevdiğim sahne 2. bölümdeki Lou ve Ed'in gece kasapta buluştuğu an. Ed, Rye'ı dondurucudan çıkarıp küçük parçalara ayırmak için kasap dükkanına getiriyor. Ve bu esnada işten geç çıkan Lou oraya bacon almaya geliyor. Aceleyle kapıyı açan Ed, Rye'ın parmağının dükkana yuvarlanmasına neden oluyor. Neyse ki durumu kurtarıyor ancak oldukça heyecanlı ve komik bir sahneyi yaratıyor.


Fargo 2. sezonu gittikçe tırmanan bir olaylar silsilesiyle seyirciyi koltuğuna hapsediyor. Kimi zaman gülerek kimi zaman heyecanla izlenesi bir dizi. İlk sezondaki gibi aslında sıradan insanların mafyanın ortasına girip olayları karıştırabileceğini bize gösteriyor. Dışarıdan bakmak ve ona göre hareket etmek acemilerin şansı olabiliyor. Klasik Fargo'daki gibi öykü anlatanlar, garip olaylar da bu sezonda mevcut. Özellikle uçan daire sahnesi görülmeye değer.
İzleyicinin tahmininden farklı bir yola sapan Fargo, dizi yazarları için de iyi bir örnek teşkil ediyor. 3. Sezon Fargo 2017 senesinde gösterime girecekmiş. Bu da söylentiler arasında. Dizi severlere iyi seyirler:)


18 Aralık 2015 Cuma

Genciz. Güçlüyüz.


"Duvarlar Yıkmak" temalı Alman Filmleri İstanbul Modern'de başladı. Son zamanların en çok ses getiren ödüllü Alman filmlerinden bir seçki izleyicileriyle buluşuyor. "Genciz. Güçlüyüz." de 2014 yılında Burhan Qurbani tarafından çekilmiş bir film.
Siyah Beyaz çekilen film, 24 Ağustos günü yaşananları anlatıyor. 1992 senesinde yeni birleşen Almanya'nın bazı yerlerinde göçmenlere karşı nefret duygusu da baş göstermiştir. Gerek milliyetçi gençler, gerekse nazistler Asyalıları ve Müslümanları topraklarında istememektedirler. Rostock'taki Vietnamlıların yaşadığı konutlarda ayaklanma çıkmak üzeredir. 
Martin, göçmenlerle ilgilenen bir politikacıdır. Konutlarda yaşayanları tahliye edip etmeme konusunda kararsızdır. Siyasi kariyeri tehlikeye girmesin diye sesini çıkarmadan olup biteni izlemeye başlar. İnsanların can güvenliğini gözardı eder. Atladığı en önemli nokta, oğlunun bu ayaklanmayı çıkaran grubun içinde olmasıdır.
Stefan ise annesiz büyümüştür. Babası Martin onun kaç yaşında olduğunu bile bilmemektedir. Aşırı milliyetçi ve şiddet eğilimli bir arkadaş çevresi edinmiştir. Tüm gününü onlarla başıboş takılarak geçirmektedir.
Vietnamlı Lien, aynı gün Almanya'da oturma ve çalışma izni almıştır. Ülkesine geri dönmek istemediği için abisiyle de arası gergindir. Alman bir arkadaşı yüzünden işinden atılsa da evraklarını tamamlamış olduğu için kendini güvende hisseder. Oysa yaşadığı yerin önünde bir sürü yurtsever! onları evlerinden atmak hatta öldürmek için beklemektedir. Lien evden ayrılmak için ailesini ikna edemez ve onlarla binada kalırlar. 
Stefan gündüz sevdiği bir arkadaşının intihar ettiğini öğrenmiştir. Onu kaybetmenin üzüntüsünden çok ölüm duygusunu merak etmektedir. Arkadaşının aşkı da ona yazmaya başlayınca içindeki gelgitler büyür ve öfke ile birleşir. Bir anda iyi bir çocuk olabilecekken diğerlerinin etkisiyle saldırganlaşır. Babası Martin onu göçmenlerin binasında halkı galeyana getirirken görünce ne yapacağını şaşırır. Ancak iş işten geçmiştir. Binada yangın çoktan başlamıştır. Binadaki Vietnamlılar önce çatıya saklanırlar. Sonra Lien onun işten atılmasına neden olan Alman arkadaşından yardım ister. Sevgilisi de nazist olan kadın bir an tereddüt etse de tüm Vietnamlıları evine alır.
Can kaybı olmadan atlatılan gecenin ertesi sabahında Lien'in gördükleri tüm filmi özetliyor. Açılış sahnesinde boş bira şişelerini toplana 3 küçük çocuk bu sefer Vietnamlıların sığındığı yerin önüne geliyor. Lien'i görünce içlerinden biri eline taş alıp onlara doğru fırlatmaya yelteniyor. Bu da o gece yaşananların gelecek kuşakları nasıl etkilediğine dair sağlam bir örnek olarak izleyicinin hafızasında yer ediyor.

16 Aralık 2015 Çarşamba

Rüzgarın Hatıraları-Özcan Alper


Aram, İstanbul'da küçük bir matbaa işleten biridir. Hem gayrimüslim olması hem de hükumete karşı tavrı yüzünden zor günler yaşamaya başlar. Üstüne üstlük 2. Dünya Savaşı zamanıdır ve ülkede milliyetçilik ön plandadır. Eli sopalılar tarafından handaki dükkanı basılınca canını zor kurtarır. Adı da varlık vergisi dolayısıyla arananlar listesine girmiştir. Tek çaresi kaçmaktır. Bir avukat arkadaşının yardımıyla Karadeniz'e gider. Amaç oradan Sovyet-Gürcistan'a geçmektir.
Karadeniz'e geldiğinde onu Mikail karşılar ve eve giderler. Aram, bir süre çatı katında saklanır. Ve evde yalnız değildir. Kendisi gibi bir şeylerden kaçan Maria ile görünmez bir bağ kurar. Bir yandan şiir yazan Aram, bir yandan da gördüklerini kara kalem olarak çizer. Çocukluğuna dair hatırladıklarını da kağıda aktaran adam geçmişiyle de yüzleşecektir.
Özcan Alper'in "Sonbahar" filmini izlediğimde boğazımda bir şeyler düğümlenmişti. Sinemasal açıdan başyapıt sayılan işlere imza atan yönetmen bu kez "Rüzgarın Hatıraları" ile bizi geçmişe götürüyor. İnce detaylar, alt metinler konuşulmaya ve üstünde durulmaya değer.
Mutlaka sinemaseverler tarafından izlenmesi gerekiyor. İyi seyirler:))


14 Aralık 2015 Pazartesi

Frankenstein-Paul McGuigan


"Madem beni sevmeyecektin, beni neden yarattın?"
1700 yıllarının sonunda Londra'daki bir sirkte herkesin ucube diye adlandırdığı kambur çocuk aynı zamanda bilime de ilgi duymaktadır. Bu yeteneği sayesinde salıncakta gösteri yapan akrobat Lorelei yere düşünce hemen ona müdahale eder. Ve ölmek üzere olan kızın hayatını kurtarır. Dr. Victor Frankenstein da bu olaya şahit olur.  Cesetlerden parça toplamak için orada olan doktor, aynı zamanda kendine bir asistan bulduğunu anlar ve onu sirkten kurtarmaya karar verir.
Zorlu bir kovalamaca sonrasında sirkteki kambur Frankenstein'ın evindedir ve doktorun bir hamlesiyle kamburundan kurtulur. Artık ona hayatını borçludur. Doktorun tek isteği ise ona verilen görevleri halletmesidir. Eline gelen vücut parçalarını büyük bir özenle düzelten kamburun adı artık Igor'dur. 
Peşlerindeki dedektifi atlatarak, maddi imkansızlıklara göğüs gererek Victor'un hayalini gerçekleştirmeye çalışırlar. Dr. Frankenstein'ın hayali ise bir insan yaratmaktır.
İlk girişimleri Gordon olur. Tıp Fakültesi'nde bir grup insanı ve yatırımcıyı toplayıp maymuna benzeyen bir yaratığı canlandırırlar. İnsanlara saldıran Gordon, zar zor etkisiz hale getirilir. Bunu gören Finneganların zengin oğlu daha büyük bir insan için onlara maddi destek sağlamayı kabul eder. Igor'a göre; içinde insanlık olmayan bir yaratık ortaya çıkarmak çok tehlikelidir. Victor ise her şeyi göze alıp normal insanın iki kat boyutunda bir dev yaratmak için harekete geçer.
Mary Shelley'nin, Frankenstein adlı korku-fantastik romanından uyarlanmış bir film... Diğer uyarlamalara göre aslına daha sadık kalındığı söyleniliyor. Heyecanlı bir kurgusu var. Ve Frankenstein'ın neden bir insan yaratmak istediği güzel bir şekilde açıklanıyor. 
Başrol oyuncuları, Daniel Radcliffe ve James Mc Avoy güzel bir uyum yakalamışlar. Film heyecanla akıp gidiyor. Hatta ikincisinin de yolu açık gibi görünüyor.
İzlemek isteyenler için iyi seyirler:))


11 Aralık 2015 Cuma

Freeheld


Laurel başarılı bir polistir. Yakaladığı suçlular sayesinde şehrin suç örgütünü çökertilmiştir. Bu sayede teğmen olmasına çok az bir süre kalmıştır. Ancak cinsel kimliğini işteki partnerinden bile saklamak zorundadır. Çünkü polis teşkilatında kimse bir lezbiyenin teğmen olmasına sıcak bakmaz! 
Flört bulabilmek için saatlerce uzakta bir yerde voleybol oynamayı bile göze alır. İşte orada Stacie'nin dikkatini çeker. Aralarındaki yaş farkı Stacie için önemli olmasa da Laurel bundan önceleri biraz rahatsız olur. Laurel polis olmasından kaynaklı biraz emir veren sert bir insan portresi çizer. Stacie ise kendini serbest bırakarak ilişki yürüten, o anın tadını çıkaran özgür bir yapıya sahiptir. Laurel kendini yavaş yavaş onun ellerine bırakır. 
İkisinin tek isteği bir ev ve bir köpektir. Laurel bankadan kredi çeker ve resmi olarak partner olurlar. Yani maddi olan her şeyi paylaşma hakkına sahiptirler. El ele verip yeni aldıkları evi yaşanacak hale getirirler ve 1 seneleri çok mutlu geçer.
Ancak hesapta olmayan bir hastalık yüzünden zor günleri yaşamaya başlarlar. Laurel 4. evresinde bir kansere yakalanmıştır. Ve  o öldüğünde maaşını partnerinin alması için mücadeleye girişir. Stacie'nin tek isteği ise sevgilisiyle biraz daha vakit geçirebilmektir. Bu mücadele ise eşcinsel evliliğin yolunu açacaktır. 
Freeheld için iyi seyirler dilerim.
Not: Filmin sonunda gerçek hayat öyküsünden esinlenen çiftlerin fotoğraflarını görünce insanın boğazı düğümleniyor.

8 Aralık 2015 Salı

Listen To Me Marlon


Bilindik belgesellerden biraz uzak bir film; "Listen To Me Marlon". Ünlü aktör Marlon Brando'yu anlatıyor. Hem de kendi sesinden... Brando, yıllarca kasetlere konuşmuş. Yani üzüntülerini, geçmişle yüzleşmelerini ve nasıl oyunculuğa başladığını anlatmış. Kendince sözlü tarih çalışması yapmış. Hatta yüzü bir bilgisayar programı ile sanal ortama aktarılmış. Bunun için tüm mimiklerini kullanmış. 
Dayakçı bir baba ile romantik ve alkolik bir annenin oğlu olarak dünyaya gelmiş. Babasının fahişelerle birlikte olması ve annesine şiddet uygulaması onun babasına karşı düşman olmasını sağlamış. Annesinin bu yüzden günden güne erimesine ise katlanamamış. Hiçbir şeyi iyi yapamadığını düşünerek tüm enerjisini oyunculuğa vermiş. Stella Adler isimli bir tiyatrocu ile tanışması onun sahneye çıkmasına ve içindeki tiyatro aşkını keşfetmesine vesile olmuş. 
İyi filmlerde gerçekçi bir oyunculuk sergileyerek şöhretini günden güne arttırmış. "İhtiras Tramvayı" ile seyirciyi kalbinden yakalamış. İstemeyerek gittiği Askeri Okul'da bir ansiklopediden Tahiti fotoğraflarına bakıp orada olma hayalleri kurarken bir film sayesinde Tahiti ile tanışmış. Dünyanın en mutlu insanları Tahitililer imiş, Marlon Brando'ya göre. Orada huzur bulmuş. Ancak ikili ilişkilerinde de sorunlar yaşamaya başlamış. Kısa süren evlilikleri ortaya sonradan farkedeceği mutsuz çocuklarını çıkarmış. 
Diğer aktörler gibi ikinci plana atılmasından ziyade şişmanlaması ve artık oynayamayacak olması onu korkutmuş. Tam bu noktada "Baba" filmini çekmiş ve Oscar ödülü almış. Bu ödülü de protest tavrıyla öldürülen Kızılderililer için reddetmiş. Kimi zaman siyahilerin yanında olan Marlon, beyazlardan tepki çekmiş olsa da ezilenlerin yanında olmaktan vazgeçmemiş. Ardından tam da bazı şeylerin bittiğini düşünürken "Paris'te Son Tango" filminde oynamış. Yönetmen Bertolucci, Brando'nun içindeki karakteri çıkarmak için onun derinlerine inmiş ve ortaya müthiş bir oyun çıkmış. Ona minnettar olması gerekirken her yerde aleyhinde konuşan yönetmeni Brando asla affetmemiş.
Biraz da para kazanmak için hiç düşünmeden "Superman" filminde oynamış. Bu sayede yılın 3 ayı çalışıp geri kalan zamanda tatil yapabiliyormuş. 
Özel hayatında çocuklarının yaşadığı sorunlar yüzünden kendi aile ilişkisini sorgulamış. Babası gibi olmaktan kaçarken en az onun kadar kötü bir baba olduğunu farketmiş. Ancak iş işten geçmiş...
Yakışıklı ve yetenekli bir oyuncu dünya üstünde zor bulunur. Marlon Brando da kendine has oyunculuğuyla tüm sinema izleyicisinin gönlünde taht kurmuş. Annelerimize sorsak "Marlon Brando'yu nasıl bilirdiniz?" diye kesinlikle gözleri parlar ve gülümserler. Belki de Brando için bu tepki bile yeterlidir. Belgeseli izleyince anladığım bir diğer şey ise gençliğin gelip geçici olduğu. Umarım biz de bunun tadını yeterince çıkarırız.
İyi seyirler.


4 Aralık 2015 Cuma

Marina Abramovic-The Artist Is Present


"Sanatçı Aramızda" belgeseli, performans sanatçısı Marina Abramovic'in New York Modern Sanatlar Müzesi'ndeki (Moma) retrospektifine hazırlanma sürecini izleyiciye sunuyor. Bir yandan da Marina'nın geçmişini, eski performanslarını, hayatının aşkı olan Ulay ile tanışmasını ve birlikte yaptıkları çalışmaları anlatıyor.
Moma'daki performansı, 736 saat boyunca bir sandalyede hareketsiz oturmak. Ortada bir masa ve iki sandalye... Sanatçı Abramovic ise tam 3 ay boyunca haftanın 6 günü orada oturuyor. Müzenin açılışından kapanışına kadar. Karşısına gelen ziyaretçilerle görünmez bir bağ kuruyor. Daha doğrusu karşısına oturanlar öyle hissediyor. Çoğu da ağlayarak oradan ayrılıyor.
Abramovic Manifestosu: Sanatçı asla yalan söylememelidir. Sanatçı başka bir sanatçının eserlerini kopyalamamalıdır. Sanatçı başka bir sanatçıya aşık olmamalıdır. 
Tam da bu noktada yönetmen kamerasını Ulay'a çeviriyor. Bir performans sonrası Marina'nın yaralarını temizleyen Ulay ona aşık oluyor ve sanat yolunda birlikte çalışmaya başlıyorlar. Yaklaşık 5 sene karavanda yaşayıp Avrupa'nın köylerini geziyorlar. En mutlu günlerini birlikte yaşıyorlar. En iyi performanslarını sergilerlerken Ulay, sandalyede hareketsiz oturamayacak duruma geliyor ve performanstan çekiliyor. Askeri disiplinle yetişen Marina ise inatla sanatına devam ediyor. Ve iki aşığın arası açılmaya başlıyor.
Son performansları Çin Seddi'nde birbirlerine yürümek. İkisi yaklaşık 2000'er kilometre yol katedip birbirleriyle buluşuyorlar. Bu aslında bir veda niteliği taşıyor. Ağlayarak ayrılıyorlar. Özel hayatlarına başkalarıyla devam ediyorlar.
Araları hala gergin olan çift belgesel için buluşuyor ve Marina onunla yaşadığı karavanı görünce gözyaşlarını tutamıyor. Ulay ise hala onu sevdiğini söylüyor. Performans sırasında karşısına gelip oturan Ulay'ın ağlayarak ellerine tutan Marina'nın da aynı duyguları beslediği ortada.
Geçtiğimiz günlerde mahkemelik olan çift hala aralarındaki sorunu halledememiş görünüyor. En iyi performans sanatçılarından Marina'nın hayatını anlamak için "Sanatçı Aramızda" iyi bir belgesel. İyi seyirler:))





Sanat Koleksiyonu Olan Zengin Bir Adamın Öyküsü-7

  God of Art- Sanat Tanrısı 7. ARTEMİS Sabah uyandıklarında Artemis pek bir şey hatırlamamaktaydı. Yatakta yalnızdı. Aklında tek kalan p...