ARTEMİS
Artemis Musa ile tam bir saattir sohbet ediyordu. Musa
ilkokuldan lise son sınıfa kadar ülkenin en seçkin okullarında yatılı okuduğunu
anlatıyordu. Annesi bir hizmetçiydi, babası ise bahçıvandı. Ancak erken yaşta
yetim kalmıştı. Başarılı öğrencilerin okutulduğu okullar Musa’yı birtakım
testlere sokmuş zekasına hayran kalmışlardı. Annesi oğlunun en iyi eğitim
alması için ondan uzak kalmayı göze almış henüz küçücük çocuğu elinde bir çanta
ile Fransızca eğitim verilen okula teslim etmişti. Musa büyüyünce Frankofon
olacaktı. Bu da ona tüm kapıları açacaktı. Artemis büyülenmiş gibi dinliyordu.
Çekindiği için pek soru soramıyordu. Musa üniversite için Paris’te sanat tarihi
eğitimi almış üstüne de doktora yapmıştı. Ancak o yurtdışında kalmak yerine
ülkesine gelip gençlere sanatı sevdirmeyi kendine ilke edinmişti. Hemen bir
gazetede küçük yazılarla kariyerine başlamıştı. Ardından üniversitede hocalık
ve gelişen medya ile popülerlik onun kucağına düşmüştü. Annesini rahmetle andı.
Onun sayesinde bu kadar büyümüştü. Keşke sağ olsaydı da bu kocaman evde bir
köşede onunla oturabilseydi. Ne yazık ki ev işi onu erken yaşta kalp hastası
yapmış ve yanlış tedaviler yüzünden hayata erken veda etmişti.
Artemis “Ben de anneme ve babama çok şey borçluyum” dedi. Musa
“Kaç sayfa yazı kaldı?” diye sorunca kız kekeledi. Sanırım baya var. Musa
Maya’ya seslendi tek öğününü yemek için. Artemis de ayağa kalktı, gideceği yeri
biliyordu. Birkaç saat sonra Musa’nın sanat tarihi öğrencileri geldi.
İçlerinden biri mutfağa gelip gizlice pastayı dolaba koydu. Bugün Musa’nın
doğum günüydü. Demek Musa ondan bugün lütfedip onunla biraz yakınlık kurmuştu. Maya
öğrencilere içecek götürüp getirirken kapı çaldı. Artemis inisiyatif aldı ve
kapıyı açtı. Önce kırmızı rugan çizmeleri gördü, siyah elbiseli orta yaşlı bir
kadın ona “Selam, parti başladı mı?” diye sordu. Artemis sesi kısık cevap verdi
“Henüz ders işliyorlar”. Efil onun elini tuttu “İsmim Efil ya seninki?” Artemis
sıcacık ele dokununca ürpermişti “Ben Artemis” dedi. “Ha Musa’nın Arte’si sen
misin?” Artemis şaşırmıştı. Musa normalde onun yüzüne bile bakmıyordu kime,
nasıl bahsediyordu ki kendinden…
Efil Artemis’e parfümünü sordu. Artemis afalladı o esnada salonun
kapısını açtı. Artemis geride kalmıştı. Efil elini tuttu ve onu içeri çekti
“Nice mutlu yıllara Mösyö!” tüm öğrenciler alkışladı. Efil’i görünce herkes
ayağa kalktı ve saygı gösterdiler. Maya içeriden pastayı getirdi. Artemis
öğrencilerin bulunduğu odaya Efil sayesinde girmişti. Ne kadar etkileyici ve
sıcak bir kadındı. Ona özendi. Kırmızı çizmeleri parlıyordu. Musa ayakta
bastonunu aradı Artemis hemen ona bastonunu getirdi. Efil “Buna ihtiyaç var mı
şimdi?” Musa kahkaha attı. Bir eliyle Artemis’e dayandı “Arte gördün mü, bir
sene daha devirdik!”
Öğrencilerden biri Fransızca müzik açtı, diğeri fotoğraflar
çekmeye başladı. Efil ise şampanya patlattı. Artemis eve geldiği günden beri
ilk kez rahatlamış ve öz güveni yerine gelmişti. Sanki başrol onun oluyordu.
Tuvalete gittiği bir sırada Efil’i internetten aradı ve meşhur küratör olduğunu
öğrendi. İçeride herkes ona bir şeyler göstermeye çalışıyordu. Efil kırmızı
rujunu tazelemek için tuvalete geldi. Artemis tam çıkacakken “Dur, rujuma
baksana” dedi. Efil ruju sürdü dudaklarını birleştirdi Artemis’e yaklaştı
“Nasıl, taşmış mı?” Artemis gözlerine odaklandı, “Harika görünüyor” dedi. Efil
“Teşekkür ederim” dedikten sonra ona birkaç soru sordu. Artemis Musa’nın
notlarını bilgisayara aktardığını söyledi. Efil “Ha evet şu koleksiyon kitabı da
var değil mi?” diye sordu. Artemis Efil’in rujunu taştığını gördü. Efil
sorusuna cevap istiyordu. “Biraz daha hızlı çalışmam lazım sanırım” dedi
Artemis. Efil “Ne kadar kaldı stajının bitmesine?” “Artemis “Bir ay, her gün çalışırsam
bitiririm diye düşünüyorum, bir sürü notlar var, sonra anıları da kitap olarak
yayımlanacakmış teklif gelmiş”. Efil donakaldı “Anıları mı, Pertev Bey’in
ailesinin sanat koleksiyonu kapsayan bir şey yazıyor sanıyordum”. Efil Musa’nın
sırlarını açığa çıkardığının farkında değildi. “Koleksiyon kısmını on güne bitiririm
ama notlar uzun sürebilir”. Efil istediğini almıştı. Acil telefon geldiğini
müzenin sanat galerisinde işlerin karıştığını söyleyerek oradan ayrıldı.
Artemis ise mutfaktaki bilgisayarının başına geçti. Musa’nın tüm notlarını
kendi belleğine kaydetti. Silinirse baştan yazmak zor olabilirdi. Laptopta
bulduğu “Sanat Dersleri, Söyleşiler ve Eski Röportajlar” dosyalarını da
kaydetti. Madem hiç derse çağırmamıştı Artemis evde kendi kendine bunları
çalışıp yeni bilgiler öğrenebilirdi, hakkıydı. Musa’nın doğum gününü tekrar
kutladı. Yanaklarından öptü onu duayen sanat tarihçisi “Sen de iyi ki varsın
Arte” dedi.
Artemis tam yatmak üzereydi telefonu çaldı arayan Musa idi.
Ona bir şey olduğunu düşündü, panikle telefonu açtı. Musa sinirden gürlüyordu
“Kızım senin işin gücün yok mu millete benim ne yazdığımı anlatıyorsun, Allah
kahretsin, her şeyi mahvettin”. Artemis’in eli ayağı titremeye başlamıştı. Sesi
çıkamadı. Musa sordu “Anılarımı yazdığımı herkese nasıl yayarsın?” Artemis “Ben
koleksiyonu yazıyorum, anılar için…” Musa bağırdı “Gözüm görmesin seni, evime
yılan sokmuşum resmen!” Telefon suratına kapanmıştı. Rahatladı Artemis daha
fazla azar yemediği için. Sabaha kadar uyuyamadı, ağrı kesici aldı, ağladı.
Kimseye durumu anlatamayacaktı çünkü salaklık etmişti. Hiç kimseyle konuşmasa
mutfakta otursa
daha iyiydi. Anılarını yazdığı duyulsa ne olacaktı ki? Nasıl olsa
yayınlanacaktı bunda Artemis’in suçu neydi? Sürprizi kaçırmak mı? Madem
hayatının bilinmesini istemiyordu evine kimseyi almayacaktı? Gecenin bir vakti
arayıp gencecik kıza bağıracak kadar kalpsizdi. Ondan yalnızdı işte, ondan
mutsuzdu, başkasını da mutsuz etmekte üstüne yoktu. Suçu buysa staja gittiğinde
alıp karşısına konuşsaydı Artemis’e baştan söyleseydi, gizli gizli yazacaksın
her şeyi diye… Demesi mi gerekirdi? Artemis tuvalete koştu. Musa’nın doğum günü
pastası hızla dışarı çıktı. Rahatlamıştı. Musa referansı yalan olmuştu.
LİSSA
Beyaz kot pantolonun üstüne kırmızı bir ceket giymişti Lissa.
Poposunun büyük olup olmadığına bir mağazanın camından baktı. Kırmızı ona
yakışmıştı. Bu cümleyi Akuji de ona söyleseydi keşke. Saçını düzeltirken Akuji’yi
gördü. Uzun zamandır görmüyormuş gibi Akuji ona sarıldı, kokusunu içine çekti.
Tanıdıktı. İkisi Taksim’deki Etiyopya restoranına gittiler. Onları en çok
heyecanlandıran kısım da dans gösterisinin olmasıydı. Akuji ona sordu “Kızlarla
birlikte dans edecek misin?” Lissa dudaklarını hayır anlamında büzdü. Akuji elini
tuttu merdivenleri böylece daha kolay çıktılar.
İkisi yemek yiyip bütün gece sohbet ettiler. Lissa beyaz pantolonuna
yemek yağı damlatmıştı. Tuvalette şişen göbeğine baktı. Ne yapabilirdi ki,
vücudu kıvrımlıydı. En azından tatlıyı yemeyebilirdi. Etiyopya kahvesiyle
geceyi sonlandırdı. Akuji “Parayı düşünme, istediğin tatlıyı ye” dedi kibarca. Lissa
yemiş kadar olmuştu, bu cömert adam onu gerçekten seviyordu. Karşılık beklemeden
ona küçük jestler yapıyor, maddi durumu elverdiğince onu dışarı çıkarıp sosyal
hayattan koparmıyordu. Oysa diğer erkekler hemen evlenip kadını hem işte evde
çalıştırmaya bakıyordu. Akuji hep “Biz” diye konuşuyordu. Bencil değildi. Yeni
işini anlattı. İstanbul çıkışında eski bir köşkte bahçe temizliğinde
çalışıyordu. Lissa o iş için neden onu tercih ettiklerini sordu, zenginlerin
kendi bahçıvanları ve işçileri olurdu diye anlattı. Akuji’nin ülkesinde benzer
işler yaptığını duyan arkadaşı onu iş için önermişti. Hem Akuji ağzı sıkı ve güvenilirdi.
Köşkte bahçedeki bitkiler, ağaçlar ve peyzaj sürekli değişiyordu. Orası çok
farklı bir yerdi. Lissa pek anlam veremedi. Farklı derken? Akuji köşke geceleri
bir sürü kadının ve adamın siyah minibüslerle gelip bir saat içinde geri
gittiklerini söyledi. Lissa gözlerini tavana dikti, böyle şeylerden nefret ederdi.
Akuji elini tuttu ona merak etmemesi gerektiğini onun işinin köşk dışında
olduğunu söyledi. İçeri girmesi yasaktı, belirli saatlerde bahçede çalışıyor sonra
müştemilatta yemek yiyip uyuyordu.
Lissa kendisine yeni bir iş bakmasını söyledi. Akuji “Bebeğim,
sokaklarda kâğıt toplamaktan ellerim ne hala geldi, en azından ağaç budayıp
toprakla uğraşmak beni daha saygın gösterir. Hem belki patronlar bana çalışma
izni de alır, ikimiz orada yeni hayat kurarız” dedi. Lissa ‘bebeğim, yeni hayat’
kısmına bayılmıştı. Gülümsedi. O sırada çıplak ayaklı kızlar Etiyopya dansı
yapmaya başladı. Akuji onu cesaretlendirdi Lissa zorla oturduğu yerden dans
etmeye başladı. Terlemişti. Akuji onu öptü, Lissa tekrar tuvalete gitti,
sevgilisine ter kokmak istemiyordu. “Polis, herkes kimlikleri hazırlasın!” diye
bir tiz erkek sesi duydu Lissa. Akuji ne yapacaktı? Olamaz kaçaktı, yakalanamazdı.
Koşarak tuvaletten çıktı, Akuji masada yoktu. Polis onu götürdü mü diye arar
gibi bakınmaya başladı. Siyah saçlı kara gözlü bir polis “Kimliğini ver” dedi.
Lissa kimliğini çıkardı. Çalışma iznini sordu, cüzdanından onu da gösterdi. Polis
umursamazca “Gidebilirsin” dedi. Lissa masaya doğru yürüdü, Akuji kaçmayı
başarabilmişti, eğer halıların altına saklanmadıysa… Masaya bir miktar para
bırakmıştı. Lissa onunla hesabı ödedi. Hızla dışarı çıktı, gecesi zehir
olmuştu, lanetler okudu. Birkaç sokak gezdi. Akuji’yi bulamadı. Aramaya cesaret
edemedi, bir yere saklandıysa telefonu çalar polis de onu enselerdi. Lissa daha
fazla Taksim sokaklarında gezemezdi. Evine döndü.
Akuji Tarlabaşı’nın ara sokaklarında polis arkasında bir süre
kovalamaca yaşamış ancak kendini bir belediye tesisine atınca kurtulmuştu. Bekçi
uyuyordu. Akuji ona yakın bir yerde iki saat yere çömelerek bekledi, nefes
almayı unutmuştu. Polis arabaları sokaklardan çekilmişti. Lissa’yı arayamazdı,
en iyisi sabaha doğru iyi olduğunu bildiren bir mesaj atmaktı. Ayağa kalkınca
sağ ayak bileğini kaçarken burktuğunu anladı. Ceketinin tersini giydi,
şapkasını taktı, çöpün kenarında bulduğu birkaç kartonu eline alıp aksayarak
Taksim sınırları dışına çıkmaya karar verdi.
EFİL
Hastanede kadın doğum doktorunun kapısında sırasını
bekliyordu Efil. Görevli “Elif Hanım sizi içeri alalım” dedi. Baya sinirlendi
ama sakince “İsmim Efil” dedi. İlla özür dilettirecekti. Kız kusura bakmamasını
adının çok güzel olduğunu söyledi, anlamı neydi? Neden o ismi almıştı? “Babam
hep oğlu olsun istemiş ona cennetin kapılarından birinin adını verecekmiş ancak
ben doğmuşum” “Sonra?” diye devamını bekledi “İşte Efil ismi buradan geliyor, rüzgâr
esmesi anlamında da kullanılıyor” Kız ağzını kocaman açtı “Ha Efil Efil esti
deriz ya, anladım. Harika bir isimmiş” diye cümlesini bitirip onu kadın doğum
doktoruna teslim etti. Arkadaşlarının yanına gidip bu olayı yaşadığından daha
farklı şekilde anlatacaktı. Çünkü insanlar duyduklarını bir başkasına anlatırken
ilgi çekmesi için öykü üzerinde oynama yaparlardı. Efil ise odada “Lütfen
yumurtalıklarınızı donduralım” diyen kadın doğum doktoruna bağırmak üzereydi. Efil
evlenmeyeceğini, çocuk sahibi olmak istemediğini söyledi. Doktor ısrar etti son
zamanlardı, yumurtalıkları dondurup önündeki beş sene çocuk isteyip
istemediğini düşünebilirdi. Ayrıca hayat karşısına ne çıkarırdı bilemezdi. Ona düşünmesi
için bir hafta verdi. Doktor Efil’in geri gelip yumurtalık dondurmayı kabul
edeceğini biliyordu, onun yalnızlığını ve çaresizliğini görmüştü. Bazı doktorlar
hastalarının neyi olduğunu kapıdan içeri girince anlardı. Efil’in sevgiye
ihtiyacı vardı.
Efil dışarı çıktı. Hastane önünde kısa geceliğinin üstüne
mont giymiş bir kadın sigara içiyordu. Lohusa olduğu belliydi. Efil ona baktı,
kadın hayattaki tüm ilgisini şimdiden daha dün doğurduğu bebeğine vermiş
gibiydi, onu görmedi bile. Sigarayı kocası yanına gelince sinirle söndürdü ve
içeri girdi. Efil anne olsa böyle olmazdı ki? Peki nasıl olurdu? Kızı olursa kendisinin
küçük bir kopyası olurdu, onunla baş edemezdi, erkek olsaydı? Evet erkek olabilirdi,
ergenlikleri zordu ama yalnız bir anne için erkek evlat daha kolay olabilirdi. Yalnızlık?
Belki kendine göre bir eş bulurdu. Manhattan hayali yalan mı olurdu yoksa
oradaki hayat mı daha kolay olurdu? Gereksiz bir şekilde sağlık sistemini ve çocuğun
sorumluluklarını düşündü. Telefon geldi. Tam açacakken kapıda bir adam ona
kocaman bir çikolata uzattı “Oğlum oldu”. Efil gülümsedi “Tebrikler”.
Pertev’e gidip tsantsaları göstermeliydi. Hala ne tepki
vereceğini bilmiyordu. Ona sesli mesaj gönderdi. Romeo ve Juliet öyküsünü
anlattı. Bir aydır sürpriz üzerine çalışıyordu, hemen olduğu yere gidip ona
küçük kafaları sunup aferin kazanmalıydı. Pertev köşke çağırdı Efil’i. Efil heyecanla
arabasına atlayıp köşke doğru yola çıktı. Yolda makas atan arabalar onu
geriyordu. Bu yüzden belli bir hızla orta şeritten gidiyor, hız yapanlardan
uzaklaşıyordu. Sesli olarak Pertev’e anlatacağı öyküyü arabada bir de kendine
anlattı. Önce başka performanslardan bahsedip tsantsalara ilgiyi sonra çekecekti.
Böylece Pertev’in gözünde “Ne bulursa bana getiriyor” olmayacaktı, peki bir
sonraki performans neydi?
Genç performans sanatçılarının birkaç parlak fikri vardı
ancak yeterince cesur değillerdi. Efil düşündü, hayır düşünemedi araba
kullanırken verimli olamıyordu. Bir kafe aradı bulamadı, köy kahvesi gibi bir
yer vardı. Oturup aklını toplamaya çalıştı. Çay söyledi, kahvedeki adamlar ona
garip bir şekilde bakıyordu. Kahvenin önüne gelen bir köpek yatan diğer köpeğin
üstüne çıkıp çiftleşmeye başladı. Adamlar hemen ayıpladı, içlerinden biri
kalkıp onları kovaladı. Köpekler daha uzağa gidip çiftleşmeye devam ettiler. Ne
garipti. İnsan sevişirken köpekler onları ayırmıyordu ki. İçlerinden biri “Taş
olursunuz” dedi. Diğerleri sessizce güldüler. Efil içi doldurulmuş hayvanları
düşündü, sevişen insan performansı ilgi çekmiyordu, daha farklı boyut lazımdı. Sevişen
eşcinseller de sahte duruyordu. Efil gerçekçi hissin peşindeydi. Evet hayvanlar
sevişiyordu ve o anı ölümsüzleştirmek lazımdı. Peki nasıl? Kan, gözyaşı, vücut
sıvıları ve acı. O anı dondurmak lazımdı. Yumurtalık dondurmak gibi. Efil efil
esen rüzgârdan karnı üşümüştü. Hemen araca bindi ve Pertev’in dede köşküne gitti.
Tam köşke girecekken New York’ta sanatla uğraşan bir arkadaşı
onu aradı. Efil isterse bir müzede boş bir pozisyon vardı. Efil başka bir işi
aklından tamamen çıkarmıştı. Hemen kapıyı kapamadı. Onu sonra arayacağını ve iş
hakkında detaylı konuşacağını söyledi. Efil rüzgarla savrulmuyordu, adımlarını
emin atıyordu. Ellerini sıktı ve Pertev’in huzuruna çıktı. Kucağındaki kutuda Amazon
kafaları vardı. Önce performans planlarını anlattı, detay vermeden sürprizliydi,
Pertev heyecanlanmıştı. Aslında bazı kişilerin performansı görmesini istediğini
söyledi. Efil bunun için başka bir performans ayarlayacağına söz verdi,
insanları ürkütmek dedikodulara yol açardı. Pertev gülümsedi “Sen itibar mevzusunu
düşünme!” dedi. “Tamam” dedi Efil “Performansın adı Pompei”.
Pertev öyküyü dinlemedi bile Pompei performansı karnında
kelebek uçurmuştu. Efil heyecanla kutuyu açtı, eldivenleri giydi ve ona
kafaları gösterdi. Pertev’in aklı başka yerdeydi. Gülümser gibi ona baktı, “Sahte
değiller mi?” Efil sahte olmadıklarını gümrükten güvenilir bir kaynaktan
aldığını söyledi. Pertev’e bir telefon geldi. Efil’e “Yarın akşam on” dedi, küratörümüz
odadan çıkması ve işleri organize etmesi gerektiğini anladı. Arabasına doğru
gitti. Köşkün güvenliği ve çalıştığı ekibe direktifler verdi. Adamlar ihtiyaçları
not aldı. Hava kararmak üzereydi. Efil yola çıkarken köşkün kapısından giren birkaç
siyahiyi gördü. Adamlar güvenliği tanıyordu. Pertev ondan gizli performans falan
mı yapıyordu? Telefon çaldı. Arayan Pertev’di. Efil arabayı durdurdu. Pertev “Balkondayım,
buraya bak, senin kafalar sahte” dedi. İki tsantsayı kutusuyla bahçeye
fırlattı. Efil kalakaldı. Geri dönüp onları alsa mıydı “Ama hayır, onlar gerçek”
derken Pertev sertçe “Git Pompei üzerine çalış” dedi. Efil geri dönemedi. Ağlamak
üzereydi. Sanki üstünden silindir geçmişti.
PERTEV
Babası ve Pertev şirkette ortanca abinin odasında oturmuş
kahve içiyorlardı, boğaza karşı. Pertev abisinin yeni kuracağı filarmoni
orkestrası için Viyana’ya gitmesine anlam veremediğini söyledi babasına. Beyin takımına
bir de sanat danışmanı alabilirdi. O şirketin koltuğunda tüm gün oturur, sanat
danışmanı onun için ülke ülke gezip maestro arayabilirdi. Babası sitem etti “Senin
cevval Efil gibi mi?” Pertev gülümsedi, “O da benim sağ kolum, tabi ilişkimiz
çok profesyonel, çizgiyi aşmıyoruz”. Babası ciddileşti “Ne biçim ima bu”. Pertev
“Yaşlanınca göl kıyısında emekli hayatımı yaşayacağım kişi değil demek
istiyorum”. Babası ayağa kalktı “Sen hakkında konuşulanları duysan… Nasıl
sularda yüzüyorsun sen? Dedikodular kulağıma geldi, göl kıyısındaki evimde
otururken. Beni utandırmaya hakkın yok!”. “Merak etmeyin babacım devir değişti,
herkes utanma duygusunu yitirdi, sınırlar kalktı, yeni bir akım başlatıyorum
belki burada, sanatı özgürleştiriyorum ülkemde”. Babası sinirlendi “İşte tam da
bundan korkuyorlar, senin gücün ve paran yüzünden etrafına topladığın
şarlatanlar sanata yön verirse diye… Tabi sonunda bu sanat olarak kalırsa?
Performans denen saçma şeylerle dedenin ruhunu sızlatıyormuşsun köşkte”.
Pertev sakindi “Seçkin sanat tarihçileri mi uyardı seni? Musa
gibi?” Babasının gözleri büyümüştü. Musa ile olan görüşmesinden nasıl haberdar
olmuştu ki? Pertev devam etti “Büyük abim de Musa’ya hayrandı, hoş sohbet
adamdı da neden bizim ailemizin içindeydi bu kadar?” Babası kızardı “Öyle gerekti,
babam yetim çocuklara yardım etmeyi severdi, Musa da onlardan biriydi, babamda
ayrı bir yeri vardı, biz de kopamadık işte”. Pertev sakinliğini koruyordu, “Bizim
ailemizin sanat koleksiyonunun kitabını yazıyormuş, özellikle benimkilerin. Gerçi
biraz eski kafalı ama... İlk senin yurtdışında ünlü bir ressama yaptırdığın
tablonla başladı bu merak sonra bana geçti demek. Hep üstüne koymak istedim,
senin sanat zevkine katkıda bulunmak istedim babacığım, seni de anlıyorum ama
günümüze ayak uyduramıyorsan hiç karışma bu işlere derim. Bana bırak”. Baba çok
sinirlenmişti “Müzeyi kapatırım” dedi. Pertev gülümsedi “Abime söyle bakalım ne
diyecek?” Baba “Şirketin başına sen geç madem, bu kadar ahkam kesiyorsun” dedi.
Pertev hala rahattı “Sıramı bekliyorum. Önce şu müze kapatılmadan güzel bir
sergi açayım, baba seninle konuşmak bazen zihnimi açıyor. Her ne kadar
geçmişten bana bir travma bıraksan da bugün ben Pertev isem senin sayende”.
Babası donakaldı “Travmaları kişi kendi yaratırmış” dedi, odadan çıkmaya
yeltendi “Abini derhal buraya getirt!”. Pertev “Sizin şu bayıldığınız Musa
bizim ailenin kitabını yazıyormuş” dedi. İkisi de tek cümle dahi etmedi.
Pertev yeni sergisinin eserlerini kafasında tamamlamıştı bile,
çok ses getirecekti. Ancak halk anlar mıydı? Böyle bir soru hiç aklına gelmedi,
mesaj gerekli sanatseverlere ulaşsa yeterliydi. Sağ kolu düşünürdü onun yerine,
o haz almaya bakmalıydı. Hemen abisini getirmeye Viyana’ya gitti, domuz şnitzeli
de başka yerde yiyemezdi. Abi kardeş basit konulardan konuştular. Pertev Viyana’da
birkaç müze gezdi ve kafasında ne kadar ileri gideceğini hesapladı. Bu sergi
Viyana için bile fazlaydı. Abisi, orkestranın yeni maestrosu ve Pertev özel
uçakla İstanbul’a geri döndüler. Aceleci abi ertesi gün bir prova ayarladı. Pertev
de oradaydı, kafasında uçuşan melodiler onu başka dünyaya götürüyordu. Babası ona
teşekkür etti abisinin arkasını topladığı ve Musa’nın kitap olayını ona
söylediği için. Pertev babasını bir cümlesiyle fethetti “Kitabın çaresine ben
bakarım”.
Pertev ve onun gibi zengin aile çocuklarına önce denge kurmak
öğretilirdi. Kiminle nerede ne zaman ne konuşulur ve nasıl davranılır? Hayatları
satranç gibiydi. Bir sonraki hamle için kendini hazırlamaktan öte
etrafındakileri hazırlamak önemliydi, herkes için farklı hamleler. Pertev her
zaman insanların aklına gelmeyeni onlara yaşatmak istemişti. Sıradan, banal
bakış açılarını sevmezdi. Bazen sanat okumadığına memnun olurdu, yoksa bu kadar
azimli olamazdı. Pertev güçlüydü ve günden güne dünyayı ellerinde hissediyordu.
Pompei performansı başlamak üzereydi. Efil Pertev’in yüzünü
görmemişti. Camdan fırlatılan kafalar dünden beri sinirini bozmuştu. Performansı
da kötü giderse Pertev onu vücuduna yapışık da olsa ‘sağ kolum’ dediği kısmı
kesip atabilirdi. Efil sakinleştirici aldı. Pertev de izleyicilerin içeceklerine
hafif dozda bir şeyler karıştırılmasını söylemişti. Hatta gerekirse sonrasında
verilen içecekle yaşananlar unutturulabilirdi de.
Pertev ve misafirleri gizli odaya gelmişlerdi. Efil risk
almak istemedi, dilerlerse belli bir zaman diliminde odadan çıkabilirlerdi. Pertev
itiraz etti, hepsi sonuna kadar kalmaya ve bu performanstan kimseye
bahsetmemeye yemin etmişlerdi. Efil nokta kadar olan kamerasına baktı. Bu
kamera kaydını başka bir ülkede başka bir bilgisayara gönderiyordu New York’taki
arkadaşıyla böyle bir ilişkisi vardı. Tek kez yapılan performansı kaybedemezdi.
Efil bu akşam tarih yazacaktı. Pertev’in misafiri de gerçekten sanat tarihi
üzerine yazan Musa’ydı. Musa oraya çağrılmaktan dolayı onur duymuştu, bir
yandan da çekiniyordu çünkü Pertev’in babası kitap mevzusunu duyunca onu arayıp
ağza alınmayacak laflar etmişti. Pertev Musa’yı sakinleştirdi, babası yerine
özür diledi. O bir iş adamıydı, sanat görüşü sınırlıydı. Musa’nın keyfi yerine
geldi, rahatlamıştı. İçkisini yudumladı, daha da rahatladı. Pertev “Musa Amca
size ayrıca teşekkür etmek isterim, siz o resmi bana göstermeseydiniz ben asla
travmamla yüzleşemezdim.” Musa sesini çıkarmadı. Seneler önce Pertev’in
babasına inat olsun diye yaptığı hamle Pertev’in hayatını değiştirmişti. Şimdi de
ülke sanatını değiştiriyordu. Musa pişmanlık duyarken daha da gevşedi.
Performans başlamak üzereydi. Efil anons etti. Orada görülen
orada kalacaktı. Altıgen formda bir odaya iki köpek geldi. Kapılar kapatıldı, ışıklar
loştu. Köpekler birbirinin kulağını ısırmaya başladı. Yavaş yavaş birbirlerine
yaklaştılar, önceden verilen ilacın da etkisiyle çiftleşmeye başladılar. Pertev
heyecanlıydı, Musa eliyle bastonuna sıkıca sarıldı. Efil gerilmemişti çünkü bu
sahneyi daha dün yaşamıştı. Asıl sonrasında olanlar etkileyiciydi. İki köpek
çiftleşirken ortadaki küçük camdan bölmeye girdiler. Loş ışıkta nereye gittikleri
belli değildi. İki köpek de aralıklarla uluyordu. Üstteki terlemişti hızlanırken
bir anda etrafları üstten gelen cam tavanla kapandı. Her tarafı kapalı bölmeye
sıvı nitrojen basıldı. Hayvanların son uluması duyuldu ve o anda donakaldılar. “Pompei
orgazmı ölümsüzleşti” dedi Pertev Musa’ya dönerek. Efil köy meydanındaki
köpeklerin dondurulmuş halini görünce kaskatı kaldı. Musa kalbini tuttu ve
oracıkta gözlerinin feri söndü. Ertesi gün çalışma odasında ölü bulunmuş
olacaktı ve herkes üzülecekti “Daha yazacak, öğretecek çok şeyi vardı” diye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder