God of Art- Sanat Tanrısı
2
ARTEMİS
Musa’nın kütüphanesinde Artemis çok mutluydu. Hocasının el
yazması notlarını bilgisayara aktarıyor verdiği molalarda da sanat kitaplarından
bazı bölümlere göz gezdiriyordu. Musa masasına yaklaşık on kitap kalınlığında
kâğıt bırakmıştı. Artemis bunları yazarken bazen gözü kararıyordu. Karnı
acıkınca evin Gürcü hizmetçisi Maya ona kendi Gürcistan yemeklerinden
pişiriyordu. Ancak Artemis tek tabakla doymuyordu. Musa’nın direktifine göre
evde tek öğün, tek çeşit, tek tencere yemek pişecekti. Maya bile acıkınca
odasına marketten aldığı atıştırmalıkları yiyordu. Artemis de yanında kocaman
sandviçler getirmeye başladı. Maya’nın lezzetli yemeğinden bir saat önce onu yiyordu.
Sonra mutfakta ikisi yemekte sohbet ediyor üzerine kahve içiyorlardı. Maya
yarım yamalak Türkçesiyle memleketindeki kızını ve torununu anlatıyordu. Bu
konuşma hiç uzamıyordu. Artemis Maya ile saatlerce sohbet etmek istese de Maya
Musa’nın ona kızacağından korkup hemen bulaşıkları makineye dizmek için masayı
terk ediyordu. Artemis Musa’nın hayatını merak etmiyordu, nasıl bu kadar
başarılı olduğunu merak ediyordu.
Öğrencileri gelince Musa Artemis’i küçük odaya gönderiyor
işine devam etmesini söylüyordu. Oysa Artemis onun için ücretsiz çalışıyordu
birkaç kere sanat dersine girse ne olurdu? Bazen kapı aralığında konuşulanları
dinliyordu. Ancak Maya arada gelip onu kontrol ediyordu. Neticede o da emir
kuluydu.
Artemis sık sık hapşırık krizlerine girmeye başladı.
Kütüphane baya tozluydu. Bazen eline aldığı sahaftan alınmış kitapların içinde
kitap biti görüyordu. Önceleri korksa da sonra krem rengi noktaya benzeyen
böcekleri eliyle öldürmeye başladı. Ancak bitecek gibi değillerdi. Bir gün
Musa’ya kütüphaneyi ilaçlatmayı önerdi. Musa kaşlarını çattı “Kaç paraya
yapıyorlarmış ki?” Artemis ilaç firmasından fiyat aldı. Üst üste üç kere
ilaçlamaya geleceklerdi, kitap bitini bitirmek öyle kolay iş değildi. Artemis
Musa’nın karşısına geçti, ilaçlama fiyatını söyledi, sonra Maya ile birlikte
kütüphaneyi temizleyip renklerine ve şekillerine göre dizmeyi önerdi, bu
Musa’ya iyi gelecekti. Musa bir anda ona kalem fırlattı “Sana ne kızım, git
işine bak”. Artemis’in dizlerinin bağı çözüldü, odadan Musa çıktı önce
bastonunu yere vura vura.
Arkadaşıyla barda buluşan Artemis ağlamak üzereydi. Arkadaşı
onu teselli etti. Çok önemli adamların egoları kendinden büyük olurdu, neticede
kaç yaşında adamdı, yalnızdı, belki de narsistti, kişilik bozukluğu vardı. Onun
görevi zaten gidip el yazmalarını bilgisayara geçirmekti, kendini Ayşecik sanıp
ölmek üzere olan bir çınara güneş ve mutluluk getiremezdi. Artemis stajı
bırakmayı düşündü. Annesi telefonda ona kızdı “Sen en ufak şeyde pes edersen
hayatta hiçbir zaman başarılı olamazsın”. Herkes Musa’nın tarafındaydı.
Gerçekten Artemis bu davranışı hak ediyor muydu?
Ertesi gün Musa onu yanına çağırdı, Artemis özür dileyecek
sanmıştı. “Arte bugün önemli bir misafirim gelecek sen mutfakta çalış erken de
çıkabilirsin” dedi. Artemis kendi kendine yemin etmişti Musa’ya güler yüz
göstermeyecekti, ancak ona “Arte” diye seslenmesi de aralarında bağ kurmaya
başladıklarına işaretti. Artemis üzerine düşen görevi yapacaktı yoksa
etrafındakiler onun güçsüz olduğunu düşünürdü, yaşlı bir adamla da çok fazla inatlaşamazdı.
Sabırla bilgisayarı ve not kağıtlarını alıp mutfağa kuruldu. Bir saat sonra tok
sesli bir adam geldi. Zengin kahkahaları tüm evi sarmıştı. Belki kitap bitleri
bu seslerden rahatsız olup düşerlerdi. Bir ara sessizlik oldu. Artemis tuvalete
giderken içeriden gelen kızgın misafirin dediklerini duydu “Musa o tabloyu yok
edecektin, bedelini ben ödedim”.
LİSSA
Atölyede iş bırakma eylemi vardı. Lissa buna cesaret edemedi.
Doğulu bir kadın gelip onun makinesini kapadı “Kalk, biz köle değiliz”” dedi.
Lissa oturma iznini, maaşını ve İstanbul’daki yaşamını düşündü sandalyesinden
kalkmadı. Diğer kadın gelip sandalyesini tekmeledi “Kalk birlik olmayı öğren, maaşlarımıza
zam yapmaya mecburlar görmüyor musun, sektör krizde bize mecbur bunlar”. Lissa
ayağa kalktı, başı önde kadınların ortasında kendine yer buldu, patronun kızıl,
çarpık dişli oğlu ona gülümsüyordu. Lissa oralı olmadı. Çünkü bir gece
alkollüyken onun göğüslerine dokunmaya çalışmıştı. Lissa da elini itmişti.
Kızıl çocuk ona “Zaten AIDS bulaştırmaya niyetim yok kendime” demişti. Lissa
sesini çıkaramamıştı, işe ihtiyacı vardı.
Patronun oğlu hepsini kapı dışarı etti. Atölyenin önünde
oturdular. Birkaç erkek fırından ekmek aldı, kadınlar da marketten peynir ve domates
hepsi bölüşüp yediler. Zam alana kadar oradan ayrılmayacaklardı. Lissa taş
kesilmişti esmer kadın omuzuna dokundu “Korkma artık, bizi işten atamaz atsa da
başka iş buluruz seni de yanımıza alırız”. Gülümsedi Lissa o sırada telefonu
çaldı, arayan Akuji idi. “Yüzünü göster” dedi Akuji, görüntülü konuşmak için iş
arkadaşlarından uzağa gitti. Akuji saray gibi bir evin bahçesindeydi “Bak yeni
iş buldum haftanın iki günü bu bahçeyi temizleyeceğim” dedi. Lissa’ya bahçeyi
ve büyük evi gösterdi. Lissa kısaca iş yerinde olan bitenden bahsetti Akuji ona
korkmaması gerektiğini söyledi. Belki yeni patronları Akuji’ye orada tam
zamanlı iş verirdi o da yanına Lissa’yı alırdı. İkisi iş, para, aşk üzerine
kısıtlı kelimelerle sohbet ettiler. Lissa mutlu olmuştu. Akuji onu dönünce
Etiyopya restoranına götürecekti.
Patron zam sözü vermişti hepsi eylemin başarıyla sonuçlanmasını
kola-fanta içerek kutladılar. Patron Lissa’yı yanına çağırdı “Çalışma iznini
biz aldık sana bunu unutma” dedi. Lissa mahcup “Allah sizden razı olsun, ben
arkadaşlar söyleyince…” Patron eliyle sus işareti yaptı “Şükretmesini bileceksin
sen nasıl Müslümansın? Bundan sonra da burada olup biteni bana gelip
söyleyeceksin, tamam mı?” diye sordu. Başını öne eğen Lissa “Şükür” dedi.
Gözleri dolmuştu, boğazında bir saattir takılı duran ekmeği kolayla yumuşatıp
midesine gönderdi. İçinden dua okudu. Akuji ve kendi için. Patronun kızıl oğlu
bağırdı “Hadi iş başına, akşama mesai yapacakları sayıyorum…”
EFİL
Hava limanı gümrüğünün küçük bir odasında kısa boylu görevli ile
ikna edici bir konuşma yapıyordu Efil. Eline koruyucu eldivenleri giydi. Küçük bir
valizin içinden çıkan tsantsalara altın görmüşcesine bakıyordu. Bir tanesini
eline aldı. Bunlar Amazon yerlilerinin küçültülmüş kafalarıydı. Yasa dışı
yollardan ülkeye sokulurken yakalanmışlardı. Her yerde eli kolu olan Efil bu
sefer ne çıkar diye sabahın altısında yollara vurmuştu kendini. Değer miydi?
Düşündü, sahte de olabilirlerdi. Risk alacaktı. Pertev koleksiyonuna ekler
miydi? Eklemezse başkalarına satabilirdi. Hayır, Pertev’in istemesini sağlayabilirdi.
Böylece onun üzerindeki etkisini test etmiş olurdu. Görevliye bir miktar para
uzattı, “Bereket versin” diye mırıldandı adam. En küçük iki tsantsayı seçti. Biri
kız diğeri erkek diye kafasında bir öykü yazdı, kabile evlenmelerini istememiş,
onları ayırmaya güçleri yetmeyince akrabaları tarafından katledilmişlerdi. İbret
olsun diye kafatasları bu hale getirmiş ve köyün meydanında uzun yıllar sergilemişlerdi.
Nesilden nesile aktarılan bu efsanenin sahibi işte Amazon’un Romeo ve Jülyet’i
buradaydı. Efil’in ellerindeydi… Adam yavaşça “El yazması Tevratlar'dan da var”
dedi. Efil umursamadı “Onlardan bizde çok var, sağ ol.”
Efil aynı zamanda Pertev’in de sahibi olduğu bir bankanın
sanat galerisinin de küratörüydü. Bu işler onu geriyordu. Vakit ayırmak zülüm gibiydi.
Bir akşam yarım saatte evin mutfağında seçtiği sanatçıların listesini galeri
yöneticisine gönderdi. Hepsinden birer eser sipariş ettiler. Tema “Sürdürülebilirlik
ve geri dönüşümdü”. Efil ona mail atan birkaç sanat öğrencisine kibar bir
şekilde yanıt verdi. Öz geçmişlerini inceleyeceğini ve gerekli bulduğu takdirde
işlerini görmek için onları atölyelerinde ziyaret edeceğini söyledi. Sanatçılara
böyle davranılırdı, yeteneği övülür gerektiğinde kullanılmak üzere bir köşeye
ayrılırlardı. Ancak asla samimi olmamak gerekirdi. Elini veren kolunu kaptırırdı,
sanatçı yerini de bilmezdi. Bir sanat eseri ortaya çıkardığında kendini biricik
sanırdı. Oysa O sanat eseri gerçekten sanat eseri miydi ki? Buna Efil gibiler
karar verirdi.
Uzak bir semtte Berlin gece kulüplerinden esinlenen bir mekâna
gitti. Dışarıdan inşaat çalışması var gibi kapatılmıştı. Bilen biliyordu, bu barda
farklı şeyler yaşanıyordu. Efil telefonundaki bir kodla içeri girdi. Hemen kendine
baharatlı bir kokteyl söyledi. Esmer barmen onu kesti. Efil hemen kapıyı
kapadı, erkeklerle işi yoktu. Her seferinde farklı insanları gördüğü için
burayı çok seviyordu. Kapıdan girerken ya da içki alırken “Hoş geldiniz Efil
Hanım” lafını duysa kendini aspavacıya gelmiş gibi hissederdi. Ankara aklına
geldi, en son gittiğinde herkes vale olmuş arabadan inen şoförün üstüne
oturacak gibi hızla hareket ediyordu. Oraya da anne ve babasının hatırına
gidiyordu. Senede bir aile ziyareti makbuldü. Hemen geçmişi kafasından çıkardı,
Manhattan sokaklarındaymış gibi hissetmeye çalıştı. Bir sonraki durak orası
olabilirdi. İstanbul’dan New York City’deki bir galeriye gitmek, belki de
Pertev onu Amerika’ya götürürdü. Yok götürmezdi, Efil, Pertev’in Amerika’da
onunla sanata yön vereceğini düşünürse bu daha kolay olurdu.
Uzun saçlı, mavi gözlü bir kız yanına geldi, “Salut!” dedi.
Şükretti Efil bu geceyi dilini bilmediği bir Fransız’la geçirecekti.
PERTEV
Pertev’in dedesi, babası ve abilerinin en önemli özelliği iyi
okullarda eğitim almış olmalarıydı. Bir diğeri de hobi sahibi olmaktı. Taht babadan oğula geçerdi ancak hobileri birbiriyle alakasızdı. Dede çok iyi at binerdi. Cumhuriyetin
ilk yıllarında araba yerine at insanların ulaşımını sağlarken bu dede sayesinde
ülkede at çiftlikleri kuruldu ve at yarışları düzenlenmeye başlandı. Dile kolay
saygın dede ülkeye biniciliği kazandırmak için servetinin bir kısmını oraya
harcıyordu, içi de gidiyordu ama iz bırakmak kolay değildi. Günümüzde dede
adına düzenlenen at yarışına gitmek torunlar için azap olsa da holding
çalışanları için gurur kaynağıydı. Ayrıca dedenin sağ kolu eski Seyis Efe bu
akımın öncülerindendi. Baba da dedenin izinden gitti, şirketi daha da büyütmek
için siyasilerin suyuna gitti, kendine dini yönü kuvvetli bir sağ kol edindi. Yaptığı
her hamle gelişen Türkiye ekonomisinden daha hızlı büyüyordu. Evet büyüyorlardı.
Geleceği düşünmek lazımdı. Babanın hobisi ise eski arabalardı. Attan arabaya
geçen toplum gururla kanaat önderlerini alkışladı. Herkesin amacı gazetede gördükleri
ülkenin en zengin adamının bindiği arabalara sahip olabilmekti. Bir nevi
imkansızdı, şirket çalışanları babanın arabayla gelişini görmek için cama
çıkarlardı. Ertesi gün akrabalarına çay içmeye ailecek gittiklerinde anlatabilecek
anısı olsun diye. Arabanın yanından geçerken bile övünürlerdi “Araba gıcır
gıcır”. Tüm çalışanlar araba gibi olmak istedi bir dönem. Patronun hobisi
onların hobisi olamasa da ileriki yıllarda eski araba müzesini gezip
duygulanacak o yılları hatırlayacaklardı. En azından herkes daha masumdu diyerek.
Büyük torun yani Pertev’in büyük abisi yakışıklılığıyla nam
salmıştı. Zamanın dergileri onu kapak olarak basmak istese de babası buna izin
vermemişti. Oğlu yakışıklı olabilirdi ama aktör değildi. Koltuğunu günü geldiğinde
ona bıraktı. Sağ kolu olan adamı da hayatından çıkarmadı. Kendine İtalya’da bir
göl kıyısında iki katlı ev aldı, yeni yaşamını orada kurdu. Akıllı adamdı hayat
elli yaşından sonra da baştan başlayabilirdi. Sağ kolunun dediği gibi yaptı,
şükrettiler el ele.
Büyük abi iyi bir yüzücüydü, yelkenli aldı kendine. Yelken yapmaya
başladı. Asıl çekici olan şirket müdürlerini tekneye çağırıp onları yelken
yaparken yönlendirmek oluyordu. İlk zamanlar herkes memnundu. Holding patronuyla
zaman geçiriyorlardı, onun kadar zengin olmasalar da onun gibi olduklarını
hissediyorlardı. “Patron bizi sever” lafı şirket içinde dönmeye başlayınca abi
birden elemanlarıyla yüz göz olmayı bıraktı. Müdürler de bu durumdan sonra
memnun olacaktı, özel kıyafetler, dalış ekipmanları almak patron istiyor diye
dağcılık kıyafetlerine para yatırmak onları da canından bezdirmişti.
Büyük abinin arada akıl danıştığı kişi Musa idi. Ancak bu herkesten
gizli olurdu. Abinin eli hep Musa’nın üzerindeydi. Gazetede yazdığı yazılar,
televizyonda yaptığı programlar, Musa’nın külliyatı, açtığı sanat okulları hep
onun sayesindeydi. Musa da Abi için en iyisini düşünür nasıl hareket etmesi
gerektiğini söylerdi. Haksız da çıkmadı şirket büyümeye devam etti. Hatta yurt dışında kurulan fabrikalar Musa’nın eseriydi.
Kapatılan fabrikalar da ortanca abinin eseriydi. “Biz bir aileyiz” lafı ortanca abiden
çıkmıştı. Evet binlerce çalışan birbirine bağlanmıştı duygusal olarak ama maddi
açıdan şirket hiç kara geçmiyordu. Yönetim asla ortancaya geçmezdi. Eğer büyük
abi yelkenlisinde kalp krizi geçirip ölmeseydi. Tüm çalışanlar gerçekten
üzüldü. Belki de kardeşlerinden daha fazla. Ne de olsa bağ kurabiliyordu. Ortanca
bir sağa bir sola savruluyor, yönetimin ne olduğunu bilmiyordu. Oysa o da diğer
kardeşleri gibi master bile yapmıştı bu alanda. Baba hemen direktif verdi, en
iyi beş adamını oğlunun başına getirdi, savrulmasın diye. Küçük kardeş de
uzaktan izliyordu abisini ve tuhaf hobisini. Abisi fagot çalıyordu daha doğrusu
çalamıyordu. Parası vardı, şirketin desteklediği bir orkestra kurdu. Bu da holding
çalışanlarının evlerine yeni bir müzik aleti gireceği ve haftanın iki gecesi
müzik eğitimi alacakları anlamına geliyordu. “Selamsız Bandosu”nun en sevimsiz
halini “Aile Orkestrası” olarak kurmuştu. Çalışanlar ‘müzik ruhun gıdasıdır’
diyerek her hafta bir konsere gidiyor, götürülüyordu. Yoksa patron alınırdı. Maaşlar
düşmeye başlamıştı, modern dünyada patronun çalışanını sevmesi değil ona
emeğinin karşılığını vermesi ve haklarına saygı göstermesi gerekiyordu. İnsanlar
eskisi gibi salak değildi, bunu anlamaya başlamışlardı.
Pertev tüm olan biteni uzaktan izliyordu. Belki de ailenin en akıllısıydı. Bugüne kadar yönetime bulaşmadığı, kendine ait bir hayat yaşadığı ve kusursuz bir imaj çizdiği için. İçi taşmak üzereydi, küçüklüğünde yaşadığı travmayı bir tek Londra’daki psikologla çözmüştü. Başa çıkma yöntemini bulmak üzereydi o da Efil sayesinde olacaktı. Sanki kafaları aynıydı. Efil aklını okuyordu, ona getirdiği eserler Pertev için ıssız adasına giden denizin üstündeki taşlar gibiydi. Cinselliğini keşfediyor, içindeki Pertev’e yaklaşıyordu. Efil ona on kişi ayarladı. Kıbrıs’tan bir gece uçarak dedesinin köşküne geldi. Görünmeyen bir odada komut vereceği bir sistemle onlara soyunmalarını söyledi. Bu insanların kimisi vücut geliştirme sporu yapıyor kimisiyse para karşılığı ilişkiye giriyordu. Efil onların tipini özenle seçmişti. Kadınlar sarışın erkekler esmerdi. Kadınların erkeklerin gözlerini yalamalarını söyledi. Hepsi denileni yaptı. Bir süre sonra yüzlerini yalamalarını söyledi. Hepsi asker gibi komutlara uyuyordu.
Pertev’in karnının üstü yanmaya başlamıştı. Efil’de adrenalin
tavan yapmıştı çünkü odaya nokta kadar kamera koymuştu. Bu performansları
kaçıramazdı. Kadınlar yerde yatmış erkekler onların ayak parmaklarını emiyordu.
Durdurdu onları Pertev. Herkes sevişmeyi bekliyordu. Onlara mastürbasyon yapmalarını
söyledi. Kadınlar zorlanmadan işe giriştiler ancak erkekler aldıkları vücut geliştirme
ilaçları yüzünden sertleşemiyordu. Pertev bozuldu bir anda tüm erkekleri odadan
çıkardı. Kadınlar şaşkınlıkla devam ediyorlardı kendilerini tatmin etmeye. Bir tanesini
gözüne kestirdi. Numara yapmayan gerçekten orgazm olan kadını odada yalnız
bıraktı. Efil’e talimat verdi. Efil odaya girdi çekinikti. Dolapta duran ipi
alıp kadını tavana asmasını söyledi. Efil hareket etmedi. Böyle bir şeye alet
olmak istemiyordu. O içinde değil dışındaydı tüm bu akımın. Kapı açıldı. Üstünde
siyah kıyafeti yüzünde maskesiyle bir adam geldi. Efil dışarı çıkarken adam o
esnada orgazm olan kadının bacak arasına elini soktu peçeteyle sildi. Ve Efil’e
uzattı. Efil hızla odadan çıktı. Elleri titriyordu peçeteyi koyacak bir poşet
zor buldu. İçeriden bir çığlık geldi. Kadın “Dur” diye bağırıyordu. Efil camdan
baktı. Pertev’in aracı hızla uzaklaşıyordu. Peki odadaki kimdi? Efil içeri
girdi. Kadın tavanda asılı duruyordu “Özür dilerim, parolayı bilmiyordum” dedi.
Efil kadının tavana bağlı olan ipini kesti, ona su verdi kadın “Şükür” dedi. Kadının
ellerindeki kanı temizledi. Ancak kan kadının değildi.
Asıl mevzu sıradaki veliahdın hobisinin tüm holdingin hobisi
olma tehlikesiydi.
ESER SAHİBİ EVRİM TANIŞ, İZİNSİZ KULLANILAMAZ. TELİF ÖDENMESİ GEREKİR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder