Ana içeriğe atla

Doğru Zaman


35. İstanbul Film Festivali bugün başladı. Ben de bir heves koşarak Rexx Sineması'na gittim. Amacım Güney Kore yapımı 'Doğru Zaman'ı izlemekti. 11 seansına hazırdım. Salon 5 küçük olduğu için yer de kalmamıştı. Bir süre 15 kişilik sırada bekledim nihayetinde biletimi aldım. Ve hemen salonda güzel bir yer bulup oturdum.
Film başladı. Geneli tek planlardan oluşan bir Kore filmi daha dedim içimden. Ama seviyordum. Kore'nin Woody Allen'ı olarak bilinen Hong Sang-Soo, bir tanışma hikayesini iki farklı şekilde anlatmış. Seul'den Suwon'a bir söyleşi için gelen sanat filmi yönetmeni Kutsama evinde ressam bir kızla tanışır. İkisi birlikte zaman geçirirler. Resim atölyesine giderler. Ardından suşi yiyip soju içerler. Ve kızın bir arkadaşının kafesinde gece devam eder ta ki ikisi sarhoş olana kadar. 
İki farklı şekilde biten öyküde asıl kilit nokta yönetmenin kızın resmine yaptığı yorumdur. Klişeleşmiş laflarını söylediğinde pek tepki almazken resmi yerden yere vurunca sağlam bir azar yer. Yine de ikisinin yolları ayrılmaz. Bu sefer kız ona şans verir. Yönetmenin evli olduğunu kendi söylemesi artısı olurken kızın başkasından duyması da eksi hale gelir.
Filmin adı birçok şeyi anlatıyor. Doğru Zaman. Yönetmen doğru zamanda hamle yaptığında kazanırken -bazı hareketleri yanlış bile olsa- tam tersinde daha zararlı çıkıyor ve kızı tamamen kaybediyor.
Filmin sonunda ekran kararınca Rexx görevlisi gelip kapıyı açtı ve ışıklar yandı. Filmden sesler geliyor ancak biz bir şey göremiyorduk. Hemen sinemasever teyzeler ayaklandı ve filmin son 5 dakikasını izlemediğimizi anlamamıza vesile oldular. Görevli ile dişe diş savaştılar ve kazandılar. Son sahnede yönetmenin filmini izleyen kızı gördük. Hayatında ilk kez bir film izlediğini söylüyordu. Yönetmen ile vedalaştı ve sinema çıkışı bembeyaz karların içinde evin yolunu tuttu. İşte o zaman film anlamına kavuşmuştur. Yanımda cips yiyen ergenler de filmin Japon değil Kore yapımı olduğunu anlamıştı.
Bir sonraki filmde görüşmek üzere:))


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Allacciate Le Cinture - Kemerlerinizi Bağlayın

Yönetmen Ferzan Özpetek'in son filmi "Kemerlerinizi Bağlayın" dün Türkiye'de vizyona girdi. Bu havada Ferzan filmi iyi gider diyerek arkadaşlarla bilet aldık. Koltuklarımıza kurulduktan sonra yağmurun sesiyle açılış sekansı başladı. Hareketli kamera şiddetle yağan sağnağı adeta bize yaşattı. Otobüs durağına varınca da bir tilt ile filmin başrol oyuncularıyla tanışmış olduk hemde bir ırkçı kavga sebebiyle. Güzel Elena, bir barda garson olarak çalışmaktadır, en yakın arkadaşı ise gay Fabio'dur. Fabio ise Silvia ile oturmaktadır. Akşamları eve gelmemesiyle bir sevgili edindiği anlaşılan Silvia, çareyi arkadaşlarıyla Antonio'yu tanıştırmakta bulur. Tamirci olan kaba davranışlı Antonio, Silvia'nın arkadaşları tarafından sevilmez. "Zıt kutuplar birbirini çeker" Antonio ve Elena birbirine aşık olur. Ancak Elena'nın iki senelik bir ilişkisi vardır ve maalesef! o da Silvia'ya aşıktır.  Bara gelen Antonio bir bardak birayı fondip yaptıkta...

Terminus'da Ne Var? "The Walking Dead"

Kim ölür kim kalır meselesi... İzlemeden okumayalım lüften. 4. Sezon 8. bölümün sonunda herkes hapishaneden dışarı savrulmuştu. Gözü dönmüş vali gidip bir kampı kendine göre düzenlemiş, görünürde bir aile bile kurmuştu. Ancak bu hayat onun için yeterli değildi. Kendi kendine hapishanedekileri (yani Rickleri) düşman edinmişti ve intikam almalıydı. Kamptakileri doldurup hapishaneye sürdü. Ve Hershel'in kafası gövdesinden ayrıldı... Sapkın vali bunu Michonne'nin kılıcıyla yaptı. Sonrasında karşılıklı bir saldırmaca sürdü. Otobüsle hapishaneden ayrılanlar ve bir sağa bir sola savrulanlar oldu. Ne hikmettir ki ilerleyen bölümlerde otobüsün en güvensiz yer olduğu anlaşıldı. 8. bölüm sonrasında "The Walking Dead" fanatikleri merakla bekledi. Kim nereye gitti, nasıl buluşacaklar? Rick ve Carl, Judith'i kaybetti ve bunu uzun bir süre üstlerinden atamadılar. Ağır yaralı olan Rick'i oğlu Carl gözetti. Bu süreçte babasıyla bazen monolog bazen de dial...

Bulantı-Zeki Demirkubuz

"Var olmaktan başka hiçbir şey yok" Film, Jean-Paul Sartre'ın "Bulantı" isimli kitabı akla getiriyor... Filmdeki Ahmet  varoluşundan pişman mıdır bilinmez ancak nevrotik bir kaçış sürecinde olduğu kesindir. Karısını ve oğlunu uzaklara uğurlar. Gözü yaşlı eşi "Biz seni darlamışız" diye serzenişte bulunur giderken... Ahmet'in umurunda değildir. Çünkü onlar gidince de darlanmaya devam eder.  Karısı ve oğlu kaza geçirip öldüğünde Ahmet bir kadınla evde sevişmektedir. Telefonu defalarca çalar ve açmak istemez. Hatta sabahları evi toplamaya gelen kadın ona polisin aradığını söylese de durum değişmez. Ahmet sürekli bir kaçış içindedir. Gerçeği öğrenince onun acısına bile uzak kalırız. O yatak odasındayken kamera koridordadır ve film biraz daha uzak bir tarihle devam eder.  Ahmet yine eski Ahmet'tir. Sevgilisi ile daha rahat görüşecek diye düşünürüz ancak onun aramalarına cevap bile vermez. Çünkü ayrılmak istediğini yüzüne söyleyecek cesareti...