28 Nisan 2016 Perşembe

"Kor" Zeki Demirkubuz


Başka Sinema kapsamında Salı gecesi 21.15 seansına "Kor" filmi için biletimi aldım. Hava yağmurlu ve soğuktu. Zeki Demirkubuz filmi izlemenin tam zamanıydı. Rexx Sineması'dan Salon 1'de film gösteriliyormuş. İçimden o kadar büyük salon nasılsa dolmayacak neden daha küçük bir yer seçmemişler diye düşünürken bir önceki seanstan çıkanlar beni şaşırttı. Durgunlukları değil sayıları şaşırttı. Yaklaşık 40 kişi salondan çıktı. Yerime oturdum ve salona gelenleri saymaya başladım. Bir 40 kişi daha 9 seansına gelmişti. Şok içinde filmi izlemeye başladım.
Demirkubuz'un son filmi "Bulantı" açıkçası beni çok memnun etmemişti. Yönetmenin ısrarla kendi oynaması beni filmden uzaklaştırmıştı. Zaten hem oynamak hem de yönetmek biraz anlamsız kaçıyordu. Neticede ikisi farklı işler ve farklı zamanlarda yapılmalı diye düşünüyorum. Filmdeki kısır döngü de biraz izleyiciyi sıkmıştı. Oysa Demirkubuz filmleri her ne kadar kasvetli olursa olsun izlemesi zor değildi. En azından bazıları için.
"Kor" un 145 dakika olması "Bir aldatma öyküsü ne kadar uzayabilir?" diye düşündürmüyor değil. Nuri Bilge Ceylan'dan hatırladığımız "Üç Maymun"un konusuna benzetenler olabilir. Duyumlarıma göre; Demirkubuz çekmek istediği aldatma öyküsünü yıllar önce Nuri'ye anlatır ve ardından filmi çekilmiş halde bulur. "Ya sabır" diyerek bir şey yapmaz. Ya da ne yaptığı bilinmiyor.)) Bunun üzerine usta bir süre sonra farklı bir şekilde bu konuyu işler. (Nuri Bilge Ceylan'ın o zamanlar konu sıkıntısı çektiği bilinen bir durumdu, hatta Ercan Kesal ile yollarının kesişmesi de yararına olmuştur).
Bence "Kor" seyirciye çok iyi anlatılmış bir film. Oyuncuların ne hissettiği ve düşündüğünü doğal bir şekilde canlandırıyor. Düzgün Türkçeleri de Demirkubuz filmlerinin vazgeçilmezi. (Ne yazık ki gecekondu güzelleri o kadar felsefik konuşmuyor.) Belki de film diyalogsuz olarak çekilse daha başarılı olabilir.
Emine oğlu ile küçük bir mahallede yaşar. Kocası şeytana uyup Romanya'ya gitmiştir. Ne zaman geri döneceğini bilemez. Ele güne karşı da durumu açık etmez. Ancak oğlunun hastalığı yüzünden eski patronu Ziya Bey ile yolları kesişir. Zengin işadamı yardım amaçlı kalbi delik çocuğu ameliyat ettirir ve eskiden beri aşık olduğu Emine'nin kalbini çalar. Emine aniden gelen kocası Cemal'e bir şey belli etmez. Cemal oğlunun ameliyatını öğrenir. Asıl kafayı kırdığı durum karısına yardım edenin Ziya olmasıdır. Ziya'nın, Emine'ye yıllardır aşık olduğunu hissetmektedir. Aslında tüm film Cemal haklı yere şüphelense de hem karısı hem Ziya o kadar sakince olayı örterler ki adam açık bulmakta zorlanır. Ama içindeki ses ona doğruyu söyler.
Cemal o sesi bastırmak için şiddete başvurur ve karısını döver hatta kendi kafasını da duvarlara vurur. Ziya ve Emine birbirine iyice abayı yakmıştır. Birkaç birliktelikten sonra aralarında hala duvarlar olsa da Ziya karısına gerçeği anlatır ve boşanmaya karar verir. Emine o kadar cesur değildir. Çünkü Ziya onu kendine yaklaştırmış yeni kurduğu işte Cemal'e sorumluluk yüklemiştir. Emine cesur olduğunda Ziya kendini geri çeker ve karı kocayı birbirine bağlamaya çalışır. 
Hazin son kaçınılmazdır. Ziya ölünce Emine de ölmek ister. Cemal bir an onu hastaneye götürmekte tereddüt etse de neticede karısıdır ve aralarındaki engel de ortadan kalmıştır. 
Oyuncu seçimi çok başarılı. Aslıhan Gürbüz, Emine'ye bakışlarıyla hayat verirken, Caner Cindoruk da Cemal için 'olanları biliyorum ama...' diye oynuyor. Taner Birsel ise hafif bir ikiyüzlülükle aynı zamanda Emine'ye aşık işadamının hakkını veriyor. Kahvedeki karakteri oynayan Çağlar Çorumlu ise sürekli Cemal'e açık saçık şeyler sorup Romanya anılarını anlattırmaya çalışıyor. Bir nebze Cemal'in kafasını dağıtıyor ve sonra toplayıp harekete geçmesini sağlıyor.
Demirkubuz sinemasını özleyenlere iyi seyirler.))

Notlar:
-Gıcırdayan kapılar:))
-Cemal'in banyodan çıktıktan sonra havluyla karısının yakınına gitmesi ve sırtını kurulamasını beklemesi. Çok iç burkan bir an.
-Televizyondaki haberlerde karısını öldüren bir adamın ifadesinin anlatılması ve Cemal'in aklına düşmesi.
-Emine'nin sevildiğini hissetmek için Ziya'ya kendisi hakkında sorular sorması.
-Aslında Kor filminde de tüm karakterler üç maymunu oynuyor. Kimse direkt olarak bir şey söylemiyor ve yaşananlar açık edilmiyor. Selahattin'in bazı soruları dışında.
-Emine'nin karnındaki çocuk kimden? 


18 Nisan 2016 Pazartesi

Florida


Claude, 80 yaşlarında sevimli bir dededir. Kağıt fabrikasını kızının yönetimine bırakıp 90'lı yıllarda emekliye ayrılmıştır. Vaktini evde eski eşyalarla ilgilenerek ve bakıcılara takılarak değerlendirir. Alzheimer olan Claude geçmişi ve isimleri hatırlar ancak bazen yaşadığı anı algılayamaz. Bunun için de yanında duracak bir bakıcıya ihtiyacı vardır. Çalışanların hepsini kaçırır amacı kızı Carole'nin onunla ilgilenmesidir.
Carole babasından sonra şirketi Kanadalılara satmıştır. Hala aynı fabrikada müdür olarak çalışır. Bir yandan iş bir yandan özel hayatı derken babasının da sorumluluğu onu yormaktadır. Erkek arkadaşı ona destek olsa da günden güne Claude tehlikeli olmaya başlar.
Kırsaldaki güzel evde yaşarken Claude çok mutludur. Hafta sonları onu ziyarete gelen torunu ve kız arkadaşıyla da vakit geçirir. Kızı eski arabasını yenilettirir ve gezintiye çıkarlar. Claude, Florida'da yaşayan diğer kızını özlemektedir. Onun için her sabah Florida portakal suyu içer. Carole ise babasına gerçeği nasıl söyleyeceğini bilemez. Çünkü kız kardeşi yıllar önce bir kazada ölmüştür. Babası da ondan sonra bu hastalığa yakalanmıştır.
Claude ele avuca sığmaz ve iş bakımevine yatırılmaya dayanır. Son nokta kızının sevgilisinin kafasını yarmasıdır. Şehirdeki evde pek mutlu değildir o yüzden rahatsızlığı artar. Torunu onun bakımevine yatırılacağını duyunca panik olur. Claude ise eşyalarını topladığı gibi Florida'daki kızını görmeye gider. Uzun bir uçak yolculuğundan sonra eski damadının evine gelir ve kızını bulamaz.
Ne yazık ki Claude bakımevine yatırılır. Kızı onu kendi imalatı olan şarap ile ziyaret eder. Sık sık geleceğine söz verir.
"Florida" hem duygusal hem de komik bir film. Yaşlı bir adamın hastalıklı son yıllarını ağır bir drama olarak anlatmak yerine esprili bir dili tercih ediyor. İyi seyirler:))

Sangue del mio sangue


Marco Bellocchio'nun son filmi "Kendi Kanım" İstanbul Film Festivali'ndeydi. Filmin tanıtımını gördüğüm ilk andan beri izlemek istiyordum. Rahipler tarafından boynunda zincirlerle suya atılan bir kız vardı ve suyun altında ifadesizce bekliyordu. Derin mavilik hem büyüleyici hem de biraz ürkütücüydü. Filmde iki hikaye anlatılmakta, biri Ortaçağ'da geçiyor diğeri ise günümüzde. Cadı ve Vampir temalı:))
Benedetta içine şeytan kaçtığı gerekçesiyle manastırda hapsedilmektedir. Bu esnada günahlarından arınma gerekçesiyle türlü türlü işkencelere maruz bırakılmaktadır. Manastıra abisi olduğunu söyleyerek gelen Federico ilk görüştürüldüğü anda onu öldürmeye yeltenir. Dediğine göre kardeşinin içindeki şeytan çıkınca annesi huzur bulacaktır. Benedetta'nın ölünce nereye gömüleceği de tartışma konusudur. 
Zavallı Benedetta ters bir şekilde asılı bekletilir, saçları kesilir, herkesin önünde içindeki şeytanın çıkması beklenir hatta uçurumun kenarından suya bile atılır. Eğer kurtulursa günahsızdır, kurtulmazsa erkekleri bilerek ayarttığı anlaşılacaktır. Federico evinde kaldığı koyu Katolik iki kız kardeş ile işleri pişirir. Benedetta günah çıkarmak için onu çağırır ve kaldığı odanın anahtarını verir. Kurtarılmayı bekleyen kız hüsrana uğrar, ateşle sınanma günü gelmiştir.
Federico kızın odasına hapsedilmesi için duvar örülmesini bile izler. Benedetta ise her zamanki ifadesiyle onlara tepeden bakmaktadır. 30 yıl sonra Federico kardinal olunca Benedetta ile tekrar karşılaşacaklardır.
Diğer hikayede ise aynı manastırda yaşayan vampir olduğunu söyleyen bir adam o binadan çıkmak zorunda bırakılır. Devlet müfettişi olduğunu söyleyen biri yanında zengin Rus yatırımcı ile gelmiştir. Vampir geceleri dışarı çıkar ve olayı çözmeye çalışır. Karısı ise 8 senedir onu aramaktadır. Kentte görüldüğü söylenen adam son saatlerini gençlerle geçirir. Ve tek isteği o manastırda kalabilmektir.



13 Nisan 2016 Çarşamba

Kibir-La Vanité


Cuma günü Feriye Sineması'na koşarak gittim. Yağmur ha yağdı ha yağacak derken hava sadece topladığı bulutla kaldı. Kibir filmi için bilet sordum ve hemen aldım. Yer olduğu için görevli sorun çıkarmadı. Yoksa salon biraz dolu olsa son biletleri karaborsa misali film başlamadan 2 dakika önce satarlardı. Neyse bir hamlede biletimi aldım ve koltuğuma kuruldum. 
"Kibir" muhteşem bir ışığa sahip. Kapalı mekanlaınr ve dış-gecelerin ışığı gerçekten çok güzel çalışılmış. Filmin jeneriğinin eski mimari proje üstünde olması çok farklı ve ilgi çekici görünüyordu. Projedeki bina filmin geçtiği otelin çizimleriymiş. Bu oteli karısıyla birlikte çizen David, bu sefer farklı bir amaç için oradadır.
David kanser hastasıdır daha önce ameliyat olmuştur ancak bu hastalıkla savaşmak istemez ve yaşayacağından umudu yoktu. Karısını da yakın zamanda kaybettiği için kendini yalnız hisseder ve ölmeye karar verir. Bunu tek başına yapamayacağından insanların intihar etmesine yardım eden bir şirkete başvurur. Şirket görevlisi Espe evraklarla ve ilaçlarla oraya gelir. David ölümcül ilacı içmeden önce mide koruyucu haplara başlar.
Espe'nin dediğine göre bir şahidi olması gerekmektedir. Yani David'in ölümünü onaylayacak ve ilacı içtikten sonra onu izleyecek biri olmalıdır. David de yıllardır görüşmediği oğlunu otele çağırır. O da çok şaşırmıştır ve ona tepki gösterir. David'in tek amacı onu şahit yapmaktır. Oğluyla duygusal bir konuşma yapma niyetinden değildir. Çekip giden adam babasına müdahale etmemiştir. Espe ise oğluyla David'in ilişkisini sorgular.
Adam ruhsuz bir şekilde çok komik cevaplar verir. "Gençlik yıllarımızda her şeyi denediğimiz gibi bir de çocuk yapmayı denedik. Ama onu sevemedik, doğduğunda zaten kırmızı bir şeydi... Biz Boston'a 5 seneliğine giderken onu çocuğu olmayan bir aileye bıraktık. O evden içeri girince ağlamayı kesti. Orada mutluydu". Aslında David'in dedikleri birçok ebeveynin hissettiği ancak sesli söyleyemediği şeylerdir.
David, otelde yan odada kalan bir jigolo olan Tréplev'i intiharına şahit olması için ikna sürecine başlar. Çocuk üst üste gelen müşterileri yüzünden olaya pek katılamasa da işler beklendiği gibi olmaz. Hem Espe'nin hem de David'in aslında birbirlerinden sakladıkları sırları vardır. Yaşamak için o kadar sebep varken intiharın anlamsızlığının farkına varırlar. 
Yönetmen Lione Baier, drama ve komedi arasındaki dengeyi mükemmel bir şekilde kuruyor. "Kibir" izlemesi zevkli, estetik duygusu yüksek bir film. İyi seyirler:)))


7 Nisan 2016 Perşembe

Batman V Superman: Adaletin Savaşı


Büyük bir hevesle gittiğim filmden bir yıkıntı gibi çıktım. O kadar action-dövüş sahnesi izlemem benim yorgun olmama sebep oldu. Çünkü Batman ve Superman bir araya gelince olmuyormuş. Bunu anlamak için 2 saat filme katlanmak gerekti.
Ayrıca ortada senaryo yok. Kendimden eminim ki otursam daha iyi yazabilirim. THY sponsorluğu biraz boşa gitmiş gibi görünüyor. Gotham ve Metropolis hiçbir şekilde olay örgüsünde birleştirilmemiş. Sonradan eklenen Frankenstein benzeri bir yaratık oluşuyor. Tek tehlike bu anca iki süper kahraman buna karşı birleşmek zorundalar. 
Zaten geneline bakılınca Batman güçsüz ve kötü, Superman ise biraz salak. Her ne hikmetse iyiyi kötüyü ayırt edemeyip birbirlerine düşman oluyorlar. Bu da baya mantıkdışı. Daha doğrusu pek çekici değil.
Bir de sonradan yardıma gelen bir savaşçı kadın var. O sadece yaratığın elini kesiyor. Zaten bir süre sonra da el uzuyor yani tamamlanıyor. Kadın gelmese de olur imiş. Çünkü Batman'ın onun foyasını ortaya çıkarması baya çetrefilli ama kadının fonksiyonu pek yok.
Şehirlerin içi dışı mahvolmuş pek bir şey kalmamış artık kurtarmak mümkün değil gibi. Bence hepsi yeniden yıkılabilir. Bir sürü ölü varsa zaten süper kahraman işe yaramamış demektir. Bu da ortaya karışık yorum oldu. Efektçiler çalışsın diye film yapmışlar. Neyse Amerika'nın senaryo kıtlığına girdiği doğru demek:)))

Doğru Zaman


35. İstanbul Film Festivali bugün başladı. Ben de bir heves koşarak Rexx Sineması'na gittim. Amacım Güney Kore yapımı 'Doğru Zaman'ı izlemekti. 11 seansına hazırdım. Salon 5 küçük olduğu için yer de kalmamıştı. Bir süre 15 kişilik sırada bekledim nihayetinde biletimi aldım. Ve hemen salonda güzel bir yer bulup oturdum.
Film başladı. Geneli tek planlardan oluşan bir Kore filmi daha dedim içimden. Ama seviyordum. Kore'nin Woody Allen'ı olarak bilinen Hong Sang-Soo, bir tanışma hikayesini iki farklı şekilde anlatmış. Seul'den Suwon'a bir söyleşi için gelen sanat filmi yönetmeni Kutsama evinde ressam bir kızla tanışır. İkisi birlikte zaman geçirirler. Resim atölyesine giderler. Ardından suşi yiyip soju içerler. Ve kızın bir arkadaşının kafesinde gece devam eder ta ki ikisi sarhoş olana kadar. 
İki farklı şekilde biten öyküde asıl kilit nokta yönetmenin kızın resmine yaptığı yorumdur. Klişeleşmiş laflarını söylediğinde pek tepki almazken resmi yerden yere vurunca sağlam bir azar yer. Yine de ikisinin yolları ayrılmaz. Bu sefer kız ona şans verir. Yönetmenin evli olduğunu kendi söylemesi artısı olurken kızın başkasından duyması da eksi hale gelir.
Filmin adı birçok şeyi anlatıyor. Doğru Zaman. Yönetmen doğru zamanda hamle yaptığında kazanırken -bazı hareketleri yanlış bile olsa- tam tersinde daha zararlı çıkıyor ve kızı tamamen kaybediyor.
Filmin sonunda ekran kararınca Rexx görevlisi gelip kapıyı açtı ve ışıklar yandı. Filmden sesler geliyor ancak biz bir şey göremiyorduk. Hemen sinemasever teyzeler ayaklandı ve filmin son 5 dakikasını izlemediğimizi anlamamıza vesile oldular. Görevli ile dişe diş savaştılar ve kazandılar. Son sahnede yönetmenin filmini izleyen kızı gördük. Hayatında ilk kez bir film izlediğini söylüyordu. Yönetmen ile vedalaştı ve sinema çıkışı bembeyaz karların içinde evin yolunu tuttu. İşte o zaman film anlamına kavuşmuştur. Yanımda cips yiyen ergenler de filmin Japon değil Kore yapımı olduğunu anlamıştı.
Bir sonraki filmde görüşmek üzere:))


Sanat Koleksiyonu Olan Zengin Bir Adamın Öyküsü-7

  God of Art- Sanat Tanrısı 7. ARTEMİS Sabah uyandıklarında Artemis pek bir şey hatırlamamaktaydı. Yatakta yalnızdı. Aklında tek kalan p...